Vesvese üzerine…
Dün çok yorgundum erkenden uyudum. Sabah
uyandığımda mesajını gördüm o sevinçle seni aradım..
Arar aramaz meşgule verince, yanında
birilerinin olduğu düşüncesiyle mesaj gönderdim..
Sonra mı?
Sonra sardı bir vesvese..
En kapsamlı manasıyla içe düşen şüphe
anlamına gelen bu duygu, kurtulduğumu sandığım noktada yakaladı beni..
Baktım çarpıntım artıyor, kulaklarım
uğuldamaya başlıyor, kontrol elden gidecek gibi yazayım dedim.
Belki yazarsam işin içinden çıkacak bir
yol bulurum, belki yazdıkça şeytana pabucunu ters giydirebilirim.
Belli bir noktaya gelmişken bunu kendime
yapmayacağım. Beni esir almasına, beni ‘EMİN’ olmaktan uzaklaştırmasına izin
vermeyeceğim. Şuan verdiğim savaşı satırlara dökeceğim..
Biyolojik açıdan ritmi bozuk kalbimin
atım hızını arttırıp, atriyoventriküler düğüme kök söktüren, ‘bak seni öyle bir
duruma getiricem ki, bu kızın kalbinin atışını sayamayacaksın bile’ diyerek
kafa tutan, kan basıncının artmasıyla soluklarımı sıklaştıran, elimi ayağımı
tirtir titreten, yazıyı bile yazmamı işkenceye dönüştüren vesvese, seni
YENECEĞİM!
Seni tanıyorum…
Seni çok iyi tanıyorum…
İlk tanışmamız 4-5 yaşlarında oldu..
Küçücük çocuktan ne istedin acaba? Kendi halinde oyunlar oynayan, yaşıtı hiçbir
arkadaşı bulunmayan bir çocuktan ne istemiş olabilirsin??
Babam her gece bana masallar anlatırdı.
Sonra beni doğrultur ve ‘hadi aç ellerini’ derdi. Başlardı dua okumaya… Felak,
Nas, Fatiha, İhlas..
Kelime kelime, yavaş yavaş okuyarak
ezberletti duaları. Acaba açtığım ufacık ellerimden göğe yükselen duam mıydı
seni bana musallat eden? Belki de o zamanlar bile ettiğim duaların ardından
‘ben en çok annemi ve babamı seviyorum, sonra Allah’ı seviyorum’ demem miydi
beni seçmene sebep?
Tabi baktın bu inanacak gibi ama bir
yanı sevdiklerine çok bağlı, öncelik sevdiklerinde, salayım yüreğine korkuyu da
şüpheye düşsün dedin..
Sinsice plan yaptın…
Belki işi gücü bıraktın benim peşime
düştün..
Ve bir gece yapacağını yapıp rüyama
girdin…
İlk kabus annemle başladı..
Birlikte Kadıköy’deydik.. Elinden
tutmuştum annemin.. hep anneme bakarak yürüyordum, bir ara kafamı başka yöne
çevirdim, tekrar anneme baktığımda başka bir kadının elini tuttuğumu fark
ettim, kadın yüzünü bana çevirdiğinde ise o yaşta bir çocuğun ancak cadı olarak
tabir edebileceği cinsten biriyle karşılaştım.. Bağırarak uyandım… Bir daha hiç
uyumak istemedim. Ama öyle olmadı…
Her çocuk gibi öğlen uykusuna
yatırılıyordum. Uyumak istemememe rağmen uyuyakalmıştım. Rüyamda yine annemi
arıyor ve bulamıyordum..
Ve birden önce evimizde, sonra
apartmanda, sonra bulunduğumuz sokakta ve sonra koca dünyada benden başka
kimsenin olmadığını görüyordum.. Sonrası yine bağırarak uyandım. Ağzım
mühürlenmiş gibi kimseye bu konuda bir şey demedim, niyeyse diyemedim.
O ara anneme olan düşkünlüğüm arttı,
tabi artan sadece düşkünlük değildi ‘ŞÜPHE’ düşmüştü artık içime… Anneme hem
sevgiyle, hem de şüpheyle bakar olmuştum.
‘Neden yüzüme öyle bakıyorsun?’ derdi
bazı zamanlar..
Verecek cevap bulamaz ‘seni çok
seviyorum anne’ der geçiştirirdim..
Baktım olmayacak, bir şey söyleyemiyorum
ve soramıyorum. Bir gün anneme beni sevip sevmediğini sordum..
‘Tabi ki seviyorum, hem de çok’ dedi..
Baktım yine yüzüne, ‘peki ne kadar çok?’
dedim.
Annem çok diyor, öpüyordu.. Sinirlendim…
Yalan söylüyor olmalıydı.. Öyle ya,
yalan söylemese beni neden rüyalarımda hep o terk ediyordu? Babam değil,
kardeşim değil, dedem değil, anneannem değil o terk ediyordu.. Yalan
söylüyorsun diyemediğim için başladım sorular sormaya..
Peki babamı mı daha çok seviyorsun beni
mi?
Seni dedi..
Anneni mi daha çok seviyorsun beni mi?
Seni dedi..
Babanı mı beni mi?
Seni dedi..
Sordum, sordum, sordum..
Ve en sonunda ablamı mı beni mi?? diye
sorduğumda, ikinizi eşit dedi..
İndim kucağından yüzüne baktım ‘ben seni
hiç sevmiyorum’ diyip ağlayarak kendimi içerdeki odaya kilitledim.
Orada ne kadar ağladım bilmiyorum.
Öyle söyleyip canını yakmak istemiştim,
ama benim canım yanmıştı. Üstelik sanki şüphem doğrulanmıştı..
Beni ablamla eşit seviyordu, o halde
beni sevmiyor gibi bir şeydi bu..
Seni diyememişti çünkü..
O gün ablama düşman oldum. Zaten kedi
köpek gibiydik.. birde bu yüzden sinir oluyordum ona..
Böylece kavga çıkarıp annemle ablamı
karşı karşıya getirmelerim, ablama annemden azar işittirecek planlarım devreye
girdi. O azar işittikçe, ağladıkça mutlu oluyordum. ‘Oh olsun sana, demek benim
sevgimi sen alıyorsun oh olsun sana!’ diyordum içimden…
Bu dönem de babama âdeta yapışmıştım. O
ne desem yapıyor, bana istediğim cevapları veriyor, ‘benim canım kızım’ diye
durmadan beni seviyordu. Öyle seviyordu ki beni sorgulamamı gerektirecek tek
bir soru geçmiyordu kafamdan. Zaman zaman beni işe de götürüyor, gezdiriyor,
hiç olmayacak toplantılara bile sokuyordu. Akşam olunca yine masal anlatıyor,
masal bitince de dua ediyorduk birlikte. O dua okurken dalıyordum uykuya, babam
adeta hipnoz ediyor, beni sakinleştiriyordu.
Günlerim güzeldi o zamanlar..
Çoğunluğu dedemle geçen günlerden bir
gün yine dedemin kucağında otururken, dedem sordu ‘ne oldu maymun sana?’ diye..
Sanki biri ne oldu sana diye sorsa da
ağlasam diye beklermişim..
Baktım yüzüne gözlerim doldu, açtım
hırkasını girdim içine, o da her zaman yaptığı gibi kapattı hırkanın
fermuarını..
Ne güzel günlerdi…
O hırkanın içine girip dedeme
sarıldığımda dünyadaki her şeyden beni dedemin koruyacağını düşünürdüm.
Kocaman elleri vardı dedemin, kocaman ve
güzel elleri..
Bana güven veren elleri..
Ben hiç bir şey sormadan ‘bana bak’
dedi..
Ben ağlıyordum yüzüne bakmak
istemiyordum. Tuttu o kocaman elleriyle kafamı, alnını alnıma dayadı..
‘Bak bana’ dedi..
Başladı saymaya…
Ne anamı, ne babamı, ne çocuklarımı, ne
babanı, ne arkadaşlarımı, ne karımı, ne kardeşimi, ne diğer torunlarımı, ne bu
evi, ne seninle vakit geçirdiğimiz bu bahçeyi bu dünyada aklına ne geliyorsa
hiçbirini seni sevdiğim gibi sevmiyorum..
Ben bu dünyada en çok seni seviyorum
dedi..
Ben sormadan neler saymıştı dedem..
Üstüne ilave etmişti..
‘Bak herkes seni çok seviyor ama bir
düşün, farz etki kimse sevmiyor.. Ben varım.. Seni bu dünyada her şeyden çok
seven deden var..’
Hayatımda duyduğum ve hayatım boyunca
belki de hiç kimseden duyamayacağım bu cümleleri ömrümce unutmayacağım.
O sözleri duyunca vesvese denilen
belanın bulutları dağıldı..
Kimse sevmese ne çıkardı??
Benim dedem, beni dünyadaki herkesten ve
her şeyden çok seviyordu..
Günler günleri kovaladı..
Okula başlayacakmışım, arkadaşlarım
olacakmış, öğretmenim olacakmış, annem bana kitaplar, defterler alacakmış..
mışta mış..
Nasılda anlatıyordu annem..
O anlattıkça rüyalarım aklıma geliyor,
vesvese ufaktan içime yayılıyordu..
Kesin annem bir plan yapmıştı.. Beni
okul denen belaya atacak, sonrasında da kayıplara karışacaktı.. Ve ben kimsesiz
kalacaktım..
O lanet gün gelip çattığında tek dalım
babamdı..
Tüm okulu birbirine kattım. Bir yandan
babamı çeken teyzem, bir yandan beni sınıfa iten annem, bir yandan da babamın
‘çocuk istemiyor eve götürelim, yazık perişan oldu’ nidaları arasında adım
attım sınıfa..
Her gün, ama her gün acaba bugün mü
bırakacak annem diye korkuyla geçti..
Ona da zehir ettim okul yıllarımı,
kendime de..
Bildiğim bütün duaları okurdum içimden,
yeter ki annem beni bırakmasın diye..
Babamın babası (diğer dedem) vefat
ettiğinde, babam beni hafta sonları mezarlığa götürmeye başladı.. Annem buna
sinir oluyordu.. yok çocuğun gideceği yer değil, yok psikolojisini bozuyorsun
v.s., v.s.
Babam hiç cevap vermez elimden tutar
çıkardık. Önce dua eder, sonrasında da babamla beraber mezarın üzerinde biten
otları temizler, mermeri siler, en sonunda da el sallar evimize dönerdik. O
zamanlar ölümün ne demek olduğunu da bilmiyordum. Öylesine gittiğim ufak bir
bahçeydi kabir benim için…
Vesvesem artmaya başlamıştı.. Okul denen
bela bitmiyordu. Bugün sondur inşallah düşüncesiyle gidiyor, akşam olunca yarın
tekrar gideceğimi duymanın acısıyla yıkılıyordum. Tek güvencem dedemdi..
Dedemin elleri çok büyüktü, o beni annem bıraksa bile bir şekilde bulur
ensemden tuttuğu gibi yakalardı…
Böylece vesvesem bir görünüp, bir
kaybolmaya, bende bir şüpheye bir emin olmaya giden yolda ilerlemeye başladım..
Ve bir gün dedem öldü. Olacak iş
değildi, dedem beni bırakmazdı ki, dedem ben olmadan adım atmazdı ki.. Beynim
durdu adeta önce inanmadım, yalan söylüyorlardı.. Bana yalan söyleyip beni
bırakacak, hatta aynı yalanı benim için dedeme söyleyip bizi ayıracaklardı..
İlk kez dedemin ölümüyle bir cenaze
gördüm.
Ölüm gerçeğiyle yüzleşmem ve vesvesenin
ilk zaferi!!!
Dedem öldüyse daha doğrusu dedem beni
bırakıp ölebildiyse herkes ölebilirdi. Bunu kendimce engellemenin tek yolu dua
etmek ve kontrolden geçiyordu. Eğer sevdiklerimi uyurken sürekli kontrol
edersem ölmezlerdi..
Böylece dua aşkımla beraber gece
kontrollerim başladı. Gündüz bu kontrolleri yapmıyordum, niyeyse insanların
gece öldükleri inancı bende o zamanlarda başladı.. Hala da değişen bir şey
yok.. Neyse..
Hayatım tam anlamıyla kabusa döndü
derken; ettiğim dualar okuduğum kitaplar sayesinde dedemin aslında gitmediğini,
beni sürekli gördüğünü beni yalnız bırakmayacağını düşünmeye, bir yandan da
kendi kendime konuşmaya başladım.
Güya dedeme anlatıyordum ama işin aslı
bal gibi kendi kendime konuşuyordum.
Bu konuşmalar zamanla beni rahatlatmaya
başladıysa da vesvesem ara ara kendini hatırlatıyordu.
Okul belasına gelince, aynen devam..
Ben gitmek istemiyordum, annem zorluyor,
babamsa ‘bugünde gitmesin ne olacak’ diyor ama son kararı annem veriyor ve ben
lanet olası mekana doğru yola koyuluyordum.
Babamın koruyup kollamaları işe yaramasa
da vesvesemin önünde bir kalkan gibiydi.. Ta ki o geceye kadar..
Annemin feryatları arasında uyandığım o
gece annemin ‘öldü’ diye bağırması rüyayla – gerçek arasında gidip geldiğim
ömrümden ömür götüren dakikalarda vesvese damarlarımdan yayılıp beynimi ele
geçirmişti..
Hastane – ev – okul arasında yıllarca
gidip geldim bir ruh gibi.
Onca dua etmiştim oysa ki, niye başımıza
böyle bir şey gelmişti ki?
Hani babam kalkan gibiydi düşüncelerle
aramda?
Yoksa dedem gibi o da mı gidecekti?
Dedem gittiyse, babam hayli hayli
giderdi..
Okulu bırakmaya karar verdim.
Artık büyümüştüm.. Kendi kararlarımı
kendim verebilirdim.
Beni sevenler bir bir terk ediyordu,
babam gitmemişti belki ama meyletmişti..
Annem mi? Annemin umurunun
köşesindeydim.
Bir adım atsam düşecektim.
Haberi bile olmadı.
Aklı fikri babamdaydı.. Demek ki babamı da
benden daha çok seviyordu.
Bir gün aklımda aldığım okulu bırakma
kararıyla hastaneye gittim.
O gün hastane yönetimi babamın
iyileşmeyeceği kararına varmış, yatak bekleyen hastaların da olduğunu göz
önünde bulundurmuş ve fişini çekme teklifinde bulunmuşlar.
Benim bundan haberim yok tabi..
Annemi gördüm salak gibi oturuyor, bir
şey olmuş ama ne?
‘Anne’ dedim..
Beni tanımadı, doktorların babamla
ilgili anneme umut kalmadığını söylediklerini, annemin de şok geçirip geçici
bir hafıza kaybına uğradığını öğreniyorum.
Sonrası mı?
Betona çivilenmiş sandalyeyi bir hamlede
çıkarmam ve yoğun bakımın koca camından içeriye sokmam ve güvenlikler
tarafından dışarıya sürüklenmem..
Eve gittim, topladım eşyalarımı.
Eşya dediğim 2 kazak, birkaç çorap, 1
ayı, 1 defter ve birde kalem.
Çok fazla Türk filmi izlemiş biri olarak
soluğu Taksim’de aldım. Televizyon bana sokağa düşen insanların yolunun
Taksim’den geçtiğini öğretmişti. Bende her koşullu öğrenen gibi öğrendiğimi
tatbik edecektim. Bu macera uzun sürmedi 3-4 saat sonra fazlasıyla korkmuş
vaziyette soluğu evde aldım.
Eve geldiğimde kimse yoktu dolayısıyla
bu kısa kaçış hikayesinden benden başka kimsenin de haberi olmadı.
O aralıkta ablam geldi, dikildim
karşısına ‘ben okulu bırakıyorum’ dedim.
O da bana ‘gel yemek ye’ diye manasız
bir karşılık verdi.
Dedim buda kafayı yedi.
Ama içimden diyorum tabi.
Çünkü vesvese denen bela içimde…
Durmadan beni dürtüyor diyor ki ‘al buda
delirdi annen gibi, bu geceyi ablanla geçireceksen onunla iyi geçin’..
Tetikte geçirdiğim gecenin sabahında
erkenden uyanıp giyindim.
Okulu bıraktım demiştim ama okuldan
başka nereye gidebileceğimi bulamadığım için okula gitmeye karar verdim.
Zaten eğer okula gidersem düşünecek epey
vaktim olabilirdi, üstelik güvenli bir yerdi ve bunu rahatça yapabilirdim.
İlk derse girdiğimde çantamdan defterimi
çıkarırken bir mektup düştü. Kimseden mektup beklemememe rağmen sanki
beklediğim bir şeymiş gibi heyecanla açtım zarfı. Mektup ablamdandı..
Bana umudumu kaybetmemem konusunda
örnekler vererek yazmıştı mektubu, bana en inançlı olanın ben olduğumu
hatırlatıyordu..
Bu kadar inançlıyken ben umudumu
kesemezdim, benim inancım ve duamın babamızı iyileştireceğini, onun buna tüm
kalbiyle inandığını, her şeyin düzeleceğine emin olduğunu yazmış, okulu
bırakırsam babamızı üzeceğimi de satırların arasında sıkıştırmış ve mektubunu
beni çok sevdiğini söyleyerek bitirmişti.
Ağlaya ağlaya defalarca okudum..
Evet okulu bırakamazdım, devam edecektim
ama nasıl?
O gün hastaneye gitmedim. Eve gelip ders
çalıştım. Öyle çok çalıştım ki sabahın olduğunu bile anlamadım..
Ablamın omuzlarıma yüklediği yük,
sevgisini itiraf etmesiyle hafiflemişti..
Beni seviyordu..
O an benimde onu sevdiğimi fark ettim.
Ablamın dediği gibi bol bol dua ettim. O
benim kadar inanmasa da, o da bir şeylere dua ediyordu belli ki.. Durmadan
ettiğim dualar yüreğimi ferahlattı, Allah’a yaklaştıkça mucizeler bir bir
gerçekleşiyordu.. Bunun en büyük ispatı komada 1 yıl geçiren babamın, fişinin
çekileceği konuşulurken taburcu olmasıydı.
Mucizeler bununla sınırlı kalmadı, önce
konuştu, sonra hareket etmeye, sonra yürümeye başladı..
Hayat normal rutinine dönmeye başlamış,
vesvese üzerimdeki elini Allah’a şükür çekmişti.
Ne bileyim fazla iyi niyetliymişim.
Okumaktan deli gibi nefret eden ben
üniversiteye başladım..
Hayatımın en güzel, en sorunsuz
yılları.. ben öyle sanıyorum en azından..
Derken bir gün evi aradım annemin
isteksiz konuşmasıyla tüm sevincim yerle bir oldu..
Düzensiz kalp atışlarım krize dönüşünce
ağzındaki baklayı çıkardı.
Büyükannem hastaneye kaldırılmıştı, iyi
gibiydi, üzülürüm diye söylememişlerdi, mişti mıştı..
İlk otobüsle İstanbul’a geldim. Soluğu
hastanede aldım. Ben girdim, o öldü..
Geç kalmaktan korkum o gün başladı..
Geç kalmıştım, eğer yanında olsaydım
belki de ölmezdi, belki, belki, belki..
Canımdan can gitti onu toprağa
verdiğimiz gün..
O da gitmişti, o da bırakmıştı beni..
Dedemi düşündüm yine, dedem gidebildiyse
beni bırakıp, herkes gidebilirdi..
Yeniden vurdu vesvese yüzüme..
Kontrol etmeliydim.. her gece
sevdiklerimin nefes alıp, verdiğini kontrol edersem eğer, hiç uyumadan bunu
tekrarlarsam kimse ölmezdi..
Uykusuz epeyce bir dayandım.. bir bünye
ne kadar dayanabilirse o kadar..
Bir gece kontrol ederken annemle babamın
uyanıp burun buruna gelmemizle ve ‘bizi korkudan öldürecek misin?’ diye
bağırmalarıyla bu takibe mecburen ara verdim.
Aslında haklılardı.
Yaşamaları için yaptığım kontrolle
korkudan ölmelerine sebebiyet verebilirdim.
Ama içim hiç rahat değildi.
Bu işi belli etmeden bir şekilde devam
ettirmeliydim ama nasıl?
Düşünürken aklıma uyurlarken ayna tutmak
geldi.. Bu baya bi kolaylık sağlamıştı. Aynayı tutuyor nefeslerinden buğu
yaptığını fark edince de ayak ucumda odama kaçıyordum.
Bu vesvese, bu korku, bu şüphe beni
günden güne mahvediyordu.
Okula dönmüştüm ama aklım evdeydi..
Yine korku içerisinde düşündüğüm,
yemeden içmeden kesildiğim, kendimi bu düşüncelerden arındıramadığım bir gün
fenalaşarak merdivenlerden yuvarlanınca dedim bu böyle olmayacak.. Böyle
giderse korkudan ben öleceğim. O halde unutmalıyım her şeyi.. Unutmasam da
hafızamda en derinlere attım ne varsa..
Diğer öğrenciler gibi olmaya
başlamıştım..
Okula gitmiyor, geziyor, gülüyor
eğleniyordum.. Bu okul bitene kadar böyle devam etti. Dünya beni de
oyalayabilmişti…. Ben öyle sanmıştım, yeni bir aldanış içerisinde olduğumdan,
vesvese denen düşmanımın sinsice hücrelerime yayıldığından habersizdim.
Zaman hızla geçti..
Bir tesadüf eseri işe başladım.
Öyle sevdim ki işimi, eve gitmektense
işte olmak keyif vermeye başlamıştı. Öyle ki hafta sonu gelince üzülüyor, bazen
bir bahane yaratıp hafta sonları da işe gidiyordum. Çok gülüyor, çok eğleniyor,
her geçen gün bir şeyler öğreniyor yeni yeni insanları tanıyordum.
O zamanlar insanları sevdiğim yıllardı,
pek hümanisttim.
Hayata pozitif bakıyordum..
Cuma günü başladığım yazıma pazar günü
devam etmeye başlamadan evvel kısaca dünden bahsetmek istiyorum ki hangi
duyguyla yazıyorum bu satırları daha iyi anlayabilesiniz. Kabus gibi bir
Cumartesi geçirmemde elbet dış etmenlerin etkisi oldu. Ama bu dış etmenlerden
ziyade başka bir şeyden, kendimden bahsedeceğim. Kişilere ziyadesiyle anlam
yükleme gereksinimim hayatımın belirli dönemlerini öyle kabusa çevirmiştir
ki başkalarının yaptıklarıyla hastanelik olabilmişimdir. Oysa yakın zamanda
öğrendiklerim bana, kimsenin kimseyi aldatamayacağını aldananın yalnızca
kendisi olacağını göstermişti. Hatta bir laf vardır "güvenmek senin
salaklığın olabilir ama güvenini kırmak karşındakinin karaktersizliğidir"
diye. Bu açıdan bakıldığında herşeyi bir kenara bırakmam gerekiyordu lakin
vesvese gelmişti ya bir kere her şeyi imkansızmış gibi gösteriyordu. Neyse... Bazen
tüm gayretinizi gösterdiğiniz halde bir şeyleri engelleyemezsiniz ya, bana da
öyle oldu. Bu nokta da imdadıma uzun süredir hatta bir yılı aşkın süredir el
sürmediğim quetiapin yetişti.
Quetiapin, serotonin ve dopamin
salgısını üretmeye yardımcı bir ilaç olmasının yanı sıra, çok ilginç ve
bilimsel tanımıyla aklınıza geldiyse eğer, almanız gereken de bir ilaçtır.
Bıçak gibi keser atar aklınızda ne varsa o yüzden faydası yadsınamaz. Şükür ki
yardımıyla tüm gün beynimi kemiren düşüncelerden tam tamına 3 dakika içerisinde
kurtulabildim. Bu sabaha baktığımızda ise biraz daha sakin, daha az düşünceli
ve kısmen daha iyiyim... O halde savaşıma kaldığım yerden devam edebilirim.
Evet nerde kalmıştık?
İş hayatı...
İş hayatı çok güzeldi...
Yeni insanlar tanımak çok güzeldi. Dedim
ya pek hümanisttim o zamanlar.
Durmadan gülümseyen biri olarak herkesin
ilgisini çekiyordum.
Bazıları "gül bakalım, daha
insanları tanımıyorsun. Ben seni bir kaç sene sonra göreceğim" diye
kehanetlerde bulunuyordu. Bense bunlara bile gülüp geçiyordum. Ama maalesef
onlar haklı çıktı.
En sevdiğim arkadaşlarımdan yediğim
kazıklar öyle büyüktü ki, öyle beklemediğim yerden almıştım ki darbeleri, içime
kapandım.
Korkunç günlerdi...
Herkese şüpheyle bakmaya başladığım
zamanlardı.
Ne var ki sevdiklerime karşı kendimi
nasıl korumam gerektiğini bilmiyordum.(halende öğrenebilmiş değilim)
Birkaç sefer hiç ummadığım yerden üst üste
darbe aldım.
Aldığım darbeler, hep kalbime isabet
ediyordu, düşüncelerim değişmeye, güvenim azalmaya, şüphem yani vesvesem
artmaya başlamıştı.
Kendi başıma halletmeye çalışmış elime
yüzüme bulaştırmış olduğum bir gün, annemin ‘neyin var?’ diye sormasıyla...
"İşten ayrılmak istiyorum"
deyiverdim.
Tabi ki inanmamıştı asıl istediğimin bu
olduğuna. Beni deştikçe konuşmaya başladım, sıkıntım ortaya çıktığında annemin
tepkisi beklediğimin aksine beni bir anda o durumdan sıyırdı.
Gerçi sıyrıldığım sadece içinde
bulunduğum durumdu, duygularım ve vesvesem içinse tıbbi bir yardım almamı uygun
görmüştü annem.
Benim gibi biri için doktorun
yapabileceği bir şey yoktu aslında.
Çünkü anlatmıyordum.
Anlatmadığım içinde kimse yardım edemiyordu.
Boşa dökülen para ve birkaç ilaç
kullanımı sonunda iyi olduğuma kanaat getirdiğim bir gün, ‘bir daha doktora
gitmeyeceğim’ dedim.
Gerçektende manası yoktu.
Adamla muhalefet ettiğim 1 saat
içerisinde kendime dair tek kelime etmiyordum.
Bende bir karar verdim.
İnsanlarla arama mesafe
koyacaktım.
Epey bir süre bildiğim, tanıdığım
insanlarla vakit geçirdim. İçlerinde tanıdığımı zannetleriklerim olmuş, körü
körüne inandıklarım. Hepsi ama hepsi tek tek hançerlerini sapladılar.
Şimdi böyle anlatırken hep mi sana denk
geldi, demek sende de bir kabahat vardı diye düşünenleriniz olabilir.
Onlara küçük bir bilgi vermek isterim, benim hayatımın içine edip, beni terk
eden, hayatımdan çıkan insanların hepsi ama hepsi aradan biraz zaman geçtikten
sonra geri gelmek istediler, hakkımı helal etmemi isteyenleri Allah'a havale
etmeyi daha uygun buldum.
Yürüdüm gittim yanlarından...
Bugün baktığımda o günkü kızgınlığım
yok. Çünkü Allah'ıma bin şükür ki benim hakkımı bana verdi. Ne demişler ‘ahın
ulaşamayacağı adres yoktur’. Yalan değil çok ah ettim bazılarına Allah
affetsin.
Gidenlerin yanı sıra, benim
uzaklaştıklarım da oldu..
Önce bir kaç kişiden, sonra birçok
kişiden...
Ara ara gelip giden vesvese haricinde
normal gibiydim. Neye göre normal derseniz topluma ve diğerlerine
göre aykırı bir durumum yoktu. Ama olmuyordu tıpla, doktorla olacak gibi
değildi, manen bir şeyler yapmam gerekiyordu.
Fakat ben bunun ne olduğunu düşüneceğime,
en yakınımda duran arkadaşlarımla vakit geçirmeyi uygun buldum. Daha doğrusu
uzanan eli itmedim, tuttum.
İyi bok yedim.
Aldım onları, koydum merkeze.
Oldum etraflarında pervane...
Hayatta kimseyi hak ettiğinden fazla
sevmemek ve değer vermemek gerekir derlerdi de inanmazdım. Çok doğruymuş. (Hala
öğrenebilmiş değilim bunu da)
O zamanlar yalan söyleyen bir insan
olduğumu düşünürdüm.
Neydi yalanlarım?
Kötü de olsam birine iyiyim demek,
sigara içmiyorum diye evdekilere yalan söylemek, arkadaşlarımla dışarı çıkarken
eve söylediğim yalanlar… Evdekilere söylenmiş ufak tefek yalanlarım haricinde
yalan bile konuşmamışım doğru dürüst. Hatta yalan söylediğimi söyleyecek kadar
da dürüsttüm.
Aklımdan geçenleri saklayabilen biri
olmadım, çok istedim ama olmadım. Belki de en büyük yanlışı burada yaptım.
Bilmiyordum aslında herkesin düzenbaz
olabileceğini.
Kendini akıllı sanan koca bir aptaldım.
Nerde çokluk, orda bokluk lafını
da unutup yeni insanlar tanıdım.
Tanımaz olaydım diye çok söylendim ama
bugün fayda sağladığımı da inkar edemem.
İnkar en kötü şeydir çünkü.
Allah o dönemde önüme pek çok kapı açtı,
bense gidip hep duvara tosladım.
Göremedim kapıları, gözünü kula dikmiş,
merkeze insanı koymuş, her aldanmış gibi çaresizdim.
Aptalca insana tutunma hevesim vardı.
Arkadaşlarım olmalıydı, mutlaka
olmalılardı.
Olanlara sahip çıkacaktım.
Allah'a değil onlara kulluk ettiğimin
bilincinden uzak, ne istedilerse yaptım.
Zor anlarında yanlarında oldum, özel
şoförlüklerini yaptım, dertlerine çare bulmaya çalıştım, taşınacaksa
evlerini taşıdım, temizliklerini yaptım, işine gücüne yardımcı
oldum...
Yeter ki yanımda olsunlardı...
Sonra birden bire bir şeyler oldu.
Biri çıktı benim normal olmadığımı söyledi.
Çok iyiymişim o kadar iyiymişim ki bu
hiç normal değilmiş.
Diğer arkadaşlarım menfaatleri gereği bu
fikre karşı geldilerse de bana bunun normal olmadığını daha iyi olmamı
istediklerini söylediler.
Ulan biri çıkıyor iyi olmamın normal
olmadığını söylüyor, diğerleri ise buna hak veriyor ve daha iyi olmam için beni
bu fikre inandırmaya çalışıyor.
İki durum arasındaki saçmalığı
göremeyecek kadar bağlıydım onlara.
Bugün olsa ‘ne dediğinize bi bakın’ deyiverirdim.
Kısmet olmadı.
Ben bu fikri düşünmek değerlendirmek
istiyordum ama fırsatım yoktu.
Beni saniye olsun kendimle baş başa
bırakmıyorlardı. Hiçbir şey olmasa, gel beni al şuraya götür sonra oradan al
buraya götür diye özel şoförlüklerini yaptırıyorlardı.
O dönem yemeden içmeden kesildim.
Fırsatımda yoktu.
Fırsat olursa arkadaşlarımı yemeğe
götürüyor ama dertlerine derman olma düşüncesiyle konuşurken kendim aç
kalıyordum. Resmen kendimi onlara adamıştım.
O ara onların zoruyla doktora gittim.
Doktor anlattıklarımı duyunca ‘getirebilirsen arkadaşlarını da getirir misin?’
dedi.
‘Tabi olur’ dedim.
Bir sonraki seansta kendilerinden hayli
emin gelen arkadaşlarım çıktıktan sonra doktor "bence senin yerine
arkadaşların gelmeli bana" dedi.
Sanki yedi ceddime küfretmiş gibi
sinirlendim.
Kim oluyordu ki arkadaşlarım için böyle
bir yorum yapıyordu?
Bir sorun varsa bende vardı.
Adam, yani doktor, yani psikiyatrist
bana " şunu unutma, buraya gerçek hastalar hiçbir zaman gelmez. Gerçek
hastaların hasta ettikleri gelir" dedi.
Aslında bana yaptığımın ne kadar yanlış
olduğunu göstermeye çalışıyordu ama ben öyle seviyordum ki arkadaşlarımı bu
fikri hemen reddettim.
Çıkar çıkmaz doktorun yorumunu benimle
gelen arkadaşlarıma söyleyip, ‘bir daha bu adama gelmeyeceğim’ dedim.
Beni bu kararımdan ötürü desteklediler,
kötü bir doktordu, iyi olsaydı onları över bana söverdi.
Sonra arkadaş grubumuz bölünmeye başladı.
Herkes ikili takılıyor, ben boşta
kalıyordum.
Her birine yetişmem mümkün değildi.
Bende içlerinde en yakın gördüğüm iki
kişiyi tercih ettim.
Zaten onlarla başlamıştı her şey...
Merkezde onlar, köşede ben
takılmalarımız benim uzak kaldığımı söylemeleriyle kabusa döndü.
Uzak kalıyordum onlardan, her yere
gidiyordum ama gelmediğimi, olmadığımı söylüyorlardı.
Bir ara aklımdan şüphe ettim.
Gitmediğimi söyledikleri zamanlarda yanımızda
olan 3. veya 4. kişilere dönüp ‘ben o gün vardım değil mi?’ diye sorar
olmuştum. Ben bu 3. ve 4. kişiler tarafından onaylanıyordum ama iddia
sahipleri üzerime gelmeye devam ediyorlardı.
Yoktun, gelmedin, uzaksın.....
Onlar uyumadan uyuyamıyorum bile nasıl
olur da uzak olabiliyordum?
Üzerime geldiler, geldiler, geldiler ve
bir gün uyandığımda işe gidemeyeceğimi fark ettim.
Yine de gücümü topladım, işe gittim izin
kağıdımı doldurdum ve izne çıktım.
İlk işim eve gelip panjurları kapatmak
ve kapkaranlık odada yatağa gömülmek oldu.
Orada epey bi kalmışım.
Sanıyorum 1 haftanın sonunda, sinirlenen
annem odaya bir hışımla girip panjuru ve camı açtı. Bir yandan söylenirken bir
eliyle üzerimdeki yorganı çekip aldı. Gözümü açamıyordum ve annem ‘yüzüme bak’
diye basbas bağırıyordu. ‘Neyin var söyleeeee’ diye öyle bir bağırdı ki
ağzımdan "ölüyorum anne, yardım et" lafı çıkabildi.
Canım annem, şüphe etmemem gereken tek
varlık olduğunu geçte olsa anladığım bir andı o an...
Sen beni ne çok seviyordun oysa ki....
Beni hemen kaldırıp babamla beraber en
yakınımızdaki psikiyatriste götürdüğünde ayakta duracak halim dahi yoktu.
Doktor feryat figan girişimle hemen
odasından çıktı.
"Ne oluyor?" diye bana yürüyen
o adamın ayaklarına kapanıp, "yalvarırım bana yardım et" deyişim
bugün gibi aklımda. Sağ olsun yardım etti ama asıl iş bana düşüyordu ben
kendime yardım etmeliydim.
Ama nasıl?
Doktora gidip kendime geliyor, çıkışta
arkadaşlarımla buluşup kendimden geçiyordum.
Bir iyiydim, bir kötü.
Doktordan çok arkadaşlarımı görüyordum buda
bana iyi gelmiyordu.
Yaptığım ne varsa aynen devam ediyordum.
Yine onların istekleri ön plandaydı ama artık dayanılacak gibi de değildi.
Ve iş için şehir dışına çıktığım bir gün
aniden rahatsızlandım. Yerimde duramıyor kaşıntıdan ölüyordum.
Kurdeşenle tanışmamız o gün oldu.
Bir iğne yaptılar ve biraz kendime
geldim. Dönüş yolu daha bi çekilir olmuştu. Ama iğnenin de bir etki süresi
vardı. Yolun yarısına gelmeden etkisi azaldı, eve vardığımda ise tamamen yok
oldu.
Hemen kendimi yatağa attım. Çok kötü
hissediyordum...
Derken tuvalete gitmek istediğimde
ayaklarımı hareket ettiremediğimi fark ettim.
Bağırmak istedim sesim çıkmadı.
Allah'tan o an babam yanıma geldi de
olanı biteni gördü.
İlk aklıma gelen babam gibi felç
geçirdiğimdi.
Tüm gücümle ‘bacaklarımı hissetmiyorum’
dedim.
Derken annem geldi, babam elimi tutmuş
dua ediyordu.
Galiba ölüm dedikleri buydu ve ben ölüyordum.
Beni bu hale getiren arkadaşlarım tüm
önemini bir anda yitirdi. Onlar için bu hale gelmiştim haberleri bile yoktu. O
gece hastaneye kaldırıldım. Felç geçirmiyordum çok şükür ama çok ağır bir
kurdeşendi.
Doktor "yakınınızı mı
kaybettiniz?" diye sordu.
Bugün sorsa ‘evet kendimi kaybettim’
derdim de o zaman hayır dedim sadece.
Bir sürü tetkik yapıldı. Normal
şartlarda çok büyük, derin üzüntülerin, dahası ölümlerin ve büyük felaketlerin
neticesi kurdeşen döküldüğünü ancak bununda deride meydana geldiğini, bunca
yıllık doktorluk hayatında ilk kez iç organlarda da dökülen bir kurdeşen
tipiyle karşılaştığını, eğer iznimiz olursa bu vakayı öğrencileriyle paylaşmak
istediğini söyledi.
Tıp literatürüne iç organlarına kadar
kurdeşen döken ve aylarca bunu devam ettirebilen bir hasta olarak girdim.
Aylarca hastaneye gidip geldim. Çoğunu
ailemden gizli yaptım ki daha fazla üzülmesinler diye..
Orada tek basıma yatarken, hayatımın
merkezine koyduklarım bir bir anlamını yitirdi.
Benden kıymetli hiçbir şey olamazdı.
Kimdi ki onlar?
Umurlarında bile değildim.
Kuru bir geçmiş olsunla herkes gündelik
hayatına çekilmişti.
O an işte, tam o an buna bir son vermeye
karar verdim.
Vesvese de neydi?
Benim iradem her şeyin üstesinden
gelirdi.
Hepsinin karşısına tek tek geçecek, bana
yaptıklarını anlatacaktım. Evet yaptım. Onlar benim karşıma birleşip geliyorlardı
ama ben tek tek karşıma alıp, ne düşünüyorsam yüzlerine söyledim.
Bazısı küstahça pardon dedi, bazısı ona
dahi tenezzül etmeden her şeyin geride kaldığını arkadaş olduğumuzu böyle
şeylerin olabileceğini söyledi.
Kaldığımız yerden devam etmeyecekti hiçbir
şey...
Ben ölüyordum neredeyse nasıl kaldığım
yerden devam edecektim.
Bitti dedim yüzüne, yine görüşürüz ama o
kadar. Başka bir anlam yüklemeyeceğim sana, size....
Çevremdeki insanları bitirdiğim dönemde
çıktı karşıma...
Daha sevmeyeceğim, kimseye
güvenmeyeceğim, kimseyi hayatımın merkezi yapmayacağım dediğim noktada tanıdım
onu.
Elleri, dedeminkilere benziyordu. Yüzüne
bakmasam dedemin elleri diye güvenle tutabileceğini elleri vardı.
Uzak kalma çabalarım, tüm zamanlarımı
benden istemesiyle boşa çıkmıştı..
Ne yapsam olmuyordu mıknatıs gibi
çekiyordu kendine..
Tüm bu yazdıklarımı, hatta
yazmadıklarımı da anlattım ona...
Bana "seni hiç üzmeyeceğim"
dedi...
Nasıl da dağılmıştı vesvese denen
üzerimdeki kara bulut..
Nasılda inanmıştım.
Tuttum elinden, güven veren
ellerinden...
Günlerce konuştuk, anlattım, anlattı...
Tanıyordum onu, onun kendini
tanıdığından fazlaca tanıyor ve seviyordum.
Ona güvenebilirdim, bunu ona söylemeden
yapabilirdim.
Bir akşam bana "biz birbirimize hiç
yalan söylemeyelim olur mu?" dedi.
‘Olur’ dedim.
Söz vermemi istedi... ‘Söz’ dedim…
O da söz verdi.
Böylece bizim aşk hikayemiz başlamış
oldu...
Sözler her zaman önemliydi benim için.
Hatta söz demek yemin demekti. Babam öyle öğretmişti.
Ona her şeyi anlattım. Bildiğim bütün
doğruları, kimseye anlatmadıklarımı...
Her şey o kadar güzeldi ki buraya
yazmaya kalksam okuyanlar alıntı olduğunu, masal anlattığımı hatta hayal
dünyamın geniş olduğunu düşünebilirler..
Gerek yok ben yaşadım biliyorum.
Ve bir gün onu aradım.
Defalarca meşgule verdi aramalarımı.
Merak etmiştim, merakım yerini korkuya,
korku vesveseye vermiş nefes alamayacak hale gelmiştim.
En iyi dostumdu, tek dostumdu,
sevgilimdi, canımdı, tüm boşlukları dolduran her şeyimdi...
Derken açtı telefonu "seninle
ilgili bir şey yok ama görüşmek istemiyorum" dedi.
Şaka yaptığını düşündüm önce, o böyle
bir şeyi asla yapmazdı.
Ama yaptı.
Aylarca yüzüme bakmadı.
Kötünün kötüsü olabileceğini o zaman
anladım.
Kendime kurdeşen döktüğüm zamanları
hatırlatmaya çalışıp, telkin etmeye çalışsam da başaramadım. Etrafımda hiç
kimse yoktu, anlatacak bir Allah'ın kulu yoktu.
Bende Allah'ın sonsuz varlığına
sarıldım.
Gece gündüz dua ettim. Dualarımı duymuş
şükürler olsun, bana geri döndü...
Tabi ben tüm bu olanlardan bir ders
çıkarmadım kendime.
Aslında Allah'ın bana vermek istediği
mesaj netti.
Allah benden çok kimseyi sevme, seversen
alırım onu senden diyordu.
‘Bana demiyordur herhalde’ deyip aşkımı
yaşadım. Çünkü döndüğünde bir daha beni bırakmayacağına dair söz vermişti. Ve söz
benim için yemin demekti.
Aynı olay yakın zamanda tekrar yaşandı.
Yine konuşmadan bir gidiş, yeniden
dönüş..
Tabi ilkinde yaşadıklarımdan farklı oldu
bu süreç.
Çok düşündüm, günlerce gecelerce...
Bunun bir çaresi yoktu.
Sorulara cevap yerine soruyla karşılık
verir olmuştum.
Tek bir cevabım yoktu ama milyonlarca
sorum vardı.
Dua etmeye başladım.
Aralıksızca, evde, yolda, işte,
tuvalette, mutfakta, konuşurken, yatarken durmadan dua ettim. Ettikçe
rahatlıyordum.
Çok uykusuzdum ve uyuyamıyorum bir
şekilde uyumalıydım ama nasıl?
Kur’an dinlemeye başladım.
Dinledikçe rahatlıyor, birkaç saatte
olsa uyuyor, sabah ezanıyla yeniden uyanıyordum.
Bu aşkın beni gerçek aşkla tanıştırması da
böyle oldu.
Sonra birkaç kitap okudum.
Okuduğumda şunu gördüm yanlış yapmıştım.
Çok sevmiştim, çok seviyordum...
Allah'tan uzaklaşmıştım, kendimden
uzaklaşmıştım.
Şah damarımdan daha yakın Allah'a dönmek
yerine, kuluna ölesiye bağlanmıştım.
Vesvese denilen bela bundan bırakmıyordu
peşimi.
Allah'a güvenip, her şeyi ona emanet
etmem gerekiyordu.
Öğrendiklerimi tatbik etmeye
başladığımda çok güzel şeyler olduğunu gördüm.
Birini Allah için sevebileceğimi fark
ettim.
Dokunmadan, görmeden, konuşmadan da
sevmeye devam edebildiğimi fark ettim.
İçim ferahladı şükrettim.
Şükrüm hamda dönüştüğünde mutlu oldum.
Ve şimdi tam yol almışken geldi yakaladı
vesvese...
Şimdi sana sesleniyorum!
Çok sevgili vesvese,
Gördüğün gibi seni tanıyorum, sende
beni. Ama bu sefer kolay olmayacak sana diyeyim.
Seni YENECEĞİM!
Dün yaptıkların, Cuma günü yaptıkların
bardağı taşırdı! Farz edelim ki bana dediklerinde haklısın, o halde şunu iyi
bil. Herkes kendini kandırır, Allah ilahi adaleti mutlaka sağlar. Ne demiş
şair; ‘İyiler kaybetmez, kaybedilir. İyi niyetinizden şüphe etmiyorsanız,
yanınızdan giden için de üzülmenize gerek yok. Siz kazanmışsınız.’ Neticede
kazanırım yada kaybederim bu beni ilgilendirir. Allah dilerse hepsi geçer
gider. Ben tekâmül yolculuğumda doğru olmak niyetindeyim. Sözlerimin arkasında
durabilecek gücüm var şükür.
O halde sen bana zarar veremezsin.
Sana bir teklifim var, var git yoluna
güzellikle.
Girmeyelim bu savaşa.
Çok yordun beni, insafa gel isterim.
Ama ‘yok’ dersen, devam da ederim.
‘Yemin olsun Allah'a bunu bana yapmana
izin vermeyeceğim!’
Bana Allah yeter, KUN FE YEKUN!