30 Mayıs 2016 Pazartesi

Trakya'nın en bi güzeli Edirne..

Haftasonu Kıyıköy – Kastro gezisi yapmak maksadıyla yola çıkıp, bir gün evvel havanın yağışlı olması sebebiyle rotayı Edirne’ye çevirdik. Geçenlerde sevgili Didemika Kıyıköy – Kastro – Tekirdağ üçlemesi yapmıştı, keyifle okumuştum. Biraz oradan esinlenme, biraz da özlem birleşince çok sevdiğim Trakya bölgemize gitmek farz oldu. Üniversite yıllarım orada geçtiğinden bende ayrı bir yeri vardır Trakya bölgemizin. Bölgenin diyorum çünkü öğrencilik yıllarım boyunca gezmediğim, görmediğim yeri kalmadı gibi bir şey.  Neden severim bu bölgeyi?

Buralarda yaşayan insanlar ekseriyetle Muhacirdır (ailem gibi)..
Doğdukları topraklardan ayrılmak zorunda bırakılan bu insanlar yerleştikleri bu toprakları adeta cennete çevirmişlerdir.
Boş durmayı sevmezler..
En güzel yanları toprağı sevmeleridir ki bu onları zararsız yapar.
Toprakta onlar gibi sessizdir..
Konuşmaya korkar çoğu, iyilik güzellik dilerler durmadan. Dilleri ancak buna döner.
Kaybetmekten korkarlar.. Belki de bundandır toprağa olan merakları, ektikleri gibi kök salmak, tutunmak, kalmak isterler.
Güzel insanlardır, güler yüzlü insanlardır.

Romanları meşhurdur bir de Trakya’nın..
Muhacirlar gibi onlarda göçebedir..
Hayatı, yaşamayı bilirler. Kavgaları bir şarkıyla dansa dönüştürebilen tek ırktır.

Romanlar sayesinde eğlence, göçmenler nedeniyle de sessizlik hakimdir.
İki güzelliği bir arada bulunduran Trakya bölgemizin en bi güzeli Edirne gezimize gelince..

Neler Yaptık?

3 Saatlik yolculuk sonunda vardığımız için öncelikle yemek yiyelim dedik. Daha doğrusu ben demedim, sevgilim dedi. Bu nedenle daha önceden lezzetini bildiğimiz Köfteci Osman’a uğradık. Bildiğiniz ev köftesinin daha bi pufidik olanı, gayet lezzetli. Ciğer de yapıyorlar ama biz köfteyi tercih ettik.
Yemeğimizi yedikten sonra ağır adımlarla akşam için yer ayırttığım Gazi Meyhanesi’ni görmeye gittik. Sıcak, güzel bir mekan.. Önünde ufacık bir bahçesi var. Bize oradan yer ayırmışlar. Garsonu Üseyin (Hüseyin) bize fayton ayarladı. O faytonla taaa Karaağaç’a kadar gittik. Tıngır mıngır, ele ele kolkola ilerlediğimiz yolun solunda alabildiğine yeşillik, sağında ise ufak çay bahçeleri karşıladı bizi.. Alan geniş, insanlar yayıldıkça yayılmış. Kalabalığın aksine gürültü yok. Herkes sessizce sohbetini ediyor. İstanbul’da olsa 2 kişi bir araya geldi mi gürültü olur diye aklımdan geçiyor. Sanırım şehrin sakinliği ve huzuru insanlara yansımış yada tam tersi..

Fayton turundan sonra Meriç kıyısındaki Emirgan çay bahçesine girdik. Taş köprüden gelene geçene bakmak, suyun akışını izlemek, manzaranın tadını çıkarmak için ideal bir yer…
Garsonların tamamı öğrenci… Güler yüzlü, hevesli insanları görmek mutlu ediyor insanı.

Oradan kalkıp sırayla önce Meriç’i sonra Tunca’yı geçiyoruz. Ağır adımlarla caminin yolunu tutuyoruz.
Geçen Cuma niyetlenmiş gidememiştim camiye.. Kısmette Edirne’de el açmak varmış. Allah kabul ederse yalvardım.. Hayır yanlış okumadınız duadan ziyade bir yalvarıştı umarım kabul eder.
Bilirim ki çaresizce el açmış kimseyi geri döndürmez. Neyse detayı Allah’la benim aramda. Selimiye / Üç Şerefeli Cami / Eski Cami’yi görmekten ziyade içine girip o yakınlığı hissetmenizi dilerim. Zaten hepsi birbirine çok yakın..

Görülmesi gereken yerler Edirne’de adeta sıralanmış gibi. Şehir sizi yormuyor, keyifle güzellikleri görmek mümkün.

Ufacık tarihi evlerin önünden yürüyerek Gazi Meyhanesi’ne ulaşıyoruz.  Yöresel kırmızı şarap muhteşem. İlerleyen saatlerde Romanlar eşliğinde fasıl var. Mekanın üst katından bahçedekilerin yanına gelmeleri bir hayli zaman alsa da müziği her koşulda duyabiliyorsunuz. Sevgilim Roman havaları beklerken Türk sanat müziği söylemeleri hüsrana uğratsa da, sanıyorum onun için istediğim ‘Sevenleriiiii sevdiiiğineeee vermedileeeeerrr’ şarkısı hoşuna gitti. Kalkmadan önce ikram ettikleri kahvenin tadı hala damağımda..eminim o kahvenin 40 yıl hatırı olacaktır.

Kalktıktan sonra tekrar Meriç’e doğru yürüdük. O tarafta da pek çok eğlence mekanı bulunuyor. Daha çok gece kulübü tarzında olan bu yerlerin kapısında içeride çalan yabancı müziğin aksine Romanların davullu zurnalı eğlencesi karşılıyor. Mekandan çok dışarıdaki eğlence görülmeye değer. Yine Meriç kıyısında pek çok mekan olduğundan ve buralar genelde düğün oranizasyonu yaptığından Roman düğünlerini de buralarda görmek mümkün. Hatta dönüşte bindiğimiz taksinin şoförü de bu bilgiyi tasdikledi. Eğer daha ileriye yürümüş olsaydık Roman düğünlerini de izleyebilirmişiz. Aklım kalmadı değil ama bir daha ki sefere inşallah.

Ertesi sabah yine Meriç kıyısında bulunan kır bahçelerinden birinde kahvaltı edip, Karaağaç’a gittik. Güzel sanatlar fakültesini, karşısındaki kafeleri, geniş sokaklarını, minicik evlerini, evlerden dışarıya sarkan küpe çiçeklerini görüp mutlu olmamak imkansız.  Ha birde minicik sokak köpeklerini sevmeden edemedim.. Ardımızda güzel bir şehri bırakıp dönüş yoluna geçtiğimizde, ufak bir parçayı yanımda götürdüğümü hissettiren tatlı bir kaşıntı başlamıştı.. Evet pirelendim.. Kolum bacağım şiş, kaşıntıya tahammül etmeye çalışarak yazdığım bu yazıya bir son verirken, bu gezintiye beni çıkaran adama, sevgilime kocaman bir teşekkür ederim.

Not: Seninle güzeldi.. (Çok)


Hadi itiraf et.. Sen kimin failisin?

Sevdiğinize ne kadar zarar verebilirsiniz?

Soruyu biraz değiştirelim.. Sevdiğiniz birine fiziksel bir zarar verebilir misiniz?

Mesela karşılıklı duruyorsunuz diyelim.. Elinizde bir bıçak var… O bıçağı onun kalbine saplar mısınız? Hadi sapladınız ve o yere yığıldı. Size bakıyor çaresizce.. Size, ‘seni seviyorum’ diyor.. 
O bıçağı tekrardan hızla, hatta daha hızla göğsüne saplayıp, ‘bende seni seviyorum’ diyerek bir daha, bir daha saplar mısınız? Gözünüzün önünde can çekişirken,‘derdim de sensin, dermanım da' dercesine çaresizce size bakarken,  ne kadar zarar verebilirsiniz?

Hemen kızmayın.

Buda ne demek oluyor?
Şiddetin her türlüsüne karşıyım.
İnsan sevdiğine kıyar mı? dediğinizi duyar gibiyim.

Evet haklısınız. İnsanın sevdiği birine bu yolla zarar vermesi mümkün değil. En azından aklı yerinde birinin böyle bir şey yapması hiç mümkün değil.

Peki şimdi aynı soruları biraz daha değiştirelim. Biraz hayal gücü kullanalım, biraz da filmlerdeki gibi sahneler düşünelim.

Sevdiğiniz herhangi birini düşünün. Hep yanınızda olmuş, sizi karşılıksızca seven birini..
Çay içip, sohbet ediyorsunuz…
Derken çay bitiyor, o masadaki bardakları alıp ağır adımlarla yenilerini getirmek üzere yanınızdan ayrılıyor.
Sıcacık çaylar elinde yanınıza dönüyor.. ‘kurabiye yapmıştım onlardan da getireyim’ diyor ve tekrar mutfağa geçiyor.
O sırada siz cebinizden zehir dolu bir şişe çıkarıp onun çayına boşaltıyorsunuz.
Zehrin özelliği şu; vücuda girdiği an yavaşça sinir hücrelerine saldırıyor. Önce bacaklarda ve kollarda hissizliğe sebep oluyor. Bu his kaybı sürekli değil, birkaç saat aralıklarla gelip geçiyor sonrada felce sebep oluyor. Kalıcı olarak vereceği hasar bazen aylar geçince, bazen de haftalar geçtikten sonra meydana geliyor. Dayanılmaz acılar veren bu zehir, bağışıklık sistemini yine zaman içerisinde çökertip sizi günden güne öldürüyor. Yani direk öldürmeye değil de süründürmeye yarayan bir zehir.
İşte siz bu zehri sevdiğiniz kişinin çayına boşalttınız.
Sevdiğiniz elinde sıcacık kurabiyelerle geldi. Gülümsediniz birbirinize..
Sohbet aynı neşesiyle devam ederken çayını yudumladı… Zehir yavaşça tüm hücrelerine yayılmaya başladı…
Bunu yapabilir misiniz??

Peki yorucu bir günün sonunda yan yana uykuya teslim olmuşken.. Yanınızda huzurla uyurken.. Birden uyanıp, başınızın altındaki yastığı çekip onun yüzüne bastırıp, onu öldürebilir misiniz?

İyice saçmaladım değil mi? Lütfen acele karar vermeyin ve devamını okuyun.

Bence de tüm bunlar akıl almaz şeyler, insan değil sevdiğine sevmediğine bile yapamaz. Vahşet bu değil mi??

Elle tutulur, gözle görülür yani fiziksel şeyler insanı çok etkiler. Somuttur. Gerçektir. Şekle bürünmüştür. Eyleme dönüşmüştür. SUÇTUR!

Ama gözle görmediklerimiz? Manevi yaralar?

Şimdi benzer sahneleri yine düşünün…
Sevdiğinizle çayınızı yudumladınız, çaylar bitti. Gitti çayları ve sizin için yaptığı sıcacık kurabiyeleri aldı geldi.
Çayından bir yudum aldı. O an işte o an.. ağzınızdan zehirden beter laflar döküldü.
O sözler direk sevdiğinizin kanına karıştı. Zehirden beter, zehirden etkili…
Tüm hücrelerinde hisseti acıyı..
Evet zehir dökmediniz ama canına kastettiniz. Haberiniz yok. Çünkü size göre bir şey yapmadınız, öylesine bir sözdü, küçücük bir kelime, sizin için önemsiz bir şey..
Peki ya karşınızdaki???
Sözler yaralayıcıdır… Sözler bıçaktan keskindir. Kimse eline bıçak alıp sevdiğine saldırmaz. Ama düşüncesizce yaptığı, söylediği bir şeyle o bıçak darbesiyle eşdeğer bir zarar verdiğini de düşünmez.
Neden???
Çünkü soyut bir kavramdır bu.. Konuşurken yada davranışlarımızla karşımızdakinin vücudunda, aklında en önemlisi de ruh sağlığında nasıl etkiler bıraktığımızı düşünmeyiz.
Vücutlarımızın şeffaf olduğunu düşünsenize..
Hepimizin birbirimizin içini görebildiğini…
Bir sözün ardından karşımızdakinin kan basıncının arttığını görsek, o damarların incelip, kalınlaşmasını.. kalbin hızlanışını.. midesindeki kasılmaları.. kollarındaki kasların gerilmesini.. el ve ayaklarındaki kanın çekilmesini..
Kalbinin sıkılmış bir yumruk gibi sağa sola hareket edişini.. Beyne giden damarların hızla giden kanı dağıtamadığını, o kanın bir yerde biriktiğini… Bunları görebilsek yine karşımızdaki kişi üzerinde yarattığımız etkiyi yok sayabilir miydik? Hiç sanmıyorum.

Bizler ille de görünür şeyler üzerinden hareket ederek kendimizi aklayamayız..
Ben bir şey yapmadım ki.. diye sıyrılamayız..
İnsan hayatıyla oynadığımızın farkına varmalıyız. Bunu gerçekten yapmalıyız.
Karşımızdakini hele ki sevdiklerimizi yaralayacak şeyler yapmamalıyız..
Azıcık hassas olabilmeliyiz.
Karşımızdakinin yerine kendimizi koyabilmeliyiz.
‘Bu yaptığımla onda ne gibi yaralar açıyorum acaba?’ diye düşünebilmeliyiz.
Yoksa bir katilden tek farkımız ortada bir ceset olmayışı olacaktır.

Hadi biraz düşünelim lütfen en son kimi yaraladık? Ne için yaraladık?
Kimin canına kast ettik?
Hadi itiraf edelim biz kimin faili olduk?








27 Mayıs 2016 Cuma

Yine mi?

AAaa şunlara baaaakk bir de pişkin pişkin konuşuyorlar..
Koşar adım gittim.
Noooluyooo?? (derken her ikisinin suratına bir bakış fırlattım)
Kadın ben yokmuşum gibi ona bakıyordu.
Hızla yürüdüm önce bir tokat attım, biiiiipppppp (burada yoğun küfür var idi) saçlarına yapıştım.
Var gücümle üzerine çullanıp kafasını yere vurmaya başladım. Bir yandan vuruyor bir yandan bağırıyordum.
Sonra hırsımı alamadım kalktım diğerine gittim.
‘Sen ne yaptığını sanıyorsun haaa??’ diye bir tokatta ona vurdum.
Elim sanki havada asılı gibi ağır çekim suratına düşerken bana bakıyordu. Hızlı vurmak ve canını acıtmak için daha yukarı kaldırsam da kolumu inerken daha yavaş iniyordu suratına.
Belli hırsımı böyle alamayacaktım.
Utanmıyorsun değil mi? dedim.
Şu haline bak..
Beni düşürdüğün hale bak..
Halimize bi BAAAAAAKKKKKKKKKKKKKKKKKKKKK!
Avazım çıktığı kadar haykırıyordum yüzüne.
Ben ağlıyordum ve ben ağlarken sen ne b**lar yiyiyordun.. Keyfindeydin, umurunda değildim…
Ve sonra yeniden yeniden aynı şeyleri bana yaşatmaya nasıl bir hak buldun kendinde?????
Nasıl buldun bu HAKKIIIIIIIIIIIII? CEVAP VERRRRR BANAAAAA!
Haykırmalarım tokatlarla devam ediyordu..
Olmuyordu kalkıp kadının yanına bir kez daha gittim..
Hızlı bir tokat indirdim suratına..
Ulan ….biiiiiiiiiiiiiiiiiiiiipppppppppp ben kaç zamandır varım senin haberin var mı biiiiiiiiiiiiiippppppppppp
Ben varım lan!!! 
BEN BURADAYIM KARŞINIZDA!!!
ALLAH İKİNİZİNDE BELASINI VERSİN! ALLAH SİZİN BELANIZI VERSİN!!!!!!!
Bi şaşkınlık oldu kadında durdu ‘nasıl yani? Hep mi vardın?’ Bu sefer o başladı sorulara..
Sus sen dedim…Sen susacaksın konuşmak bana düşer..
Var gücümle yakasına yapıştım..
Vurdum vurdum vurdum vurdum…
Bana söylediğin lafları ona da mı söyledin???
Hani konuşamazdın?? Hani bana dediklerini bir bana demiştin?
Hani bana özeldi??? KONUŞSANAAAAAA????
Vurdum, vurdum, vurdum, vurdum….
Neydi benden istediğin? Ben sana ne yaptım? Söyle sana ne yaptım?
Ben bunları hak edececek NEeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee YAPTIM????

Hadi kalk sabah oldu.. Kızım kalksana..

Önce ellerime baktım kıpkırmızı olmuşlardı.
Vurmaktan.. dedim.
- Bişey mi dedin?
- Ha yok sana demedim..
Uyuşmuş ellerim kıpkırmızı olmuşlar. Ne yaptım uyurken acaba??
Hızla hazırlanıp çıktım. Araca bindim, çalıştırmamla son ses ‘haydii lilililililililili yaaar hadililililililili lililililili yaaarrr’
Başladım avazım çıktığı kadar söylemeye..

Boşveeeerrr beee elaleeemm neee derse desiiinn hadi hadi hadi..

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Yok ya ne ağlaması?


Hiç yazmayı çok istediğiniz ama yazamadığınız şeyler oldu mu?
Benim var. Hem de çok var..
Yazar mıyım?
Hiç sanmıyorum..
Gözden çıkarırsam belki..

Kendimi kandırmaya çalışıyorum bu aralar..
Türlü numaralar çekiyorum kendime..
Kendimde yemiş gibi yapıyor, yuvarlanıp gidiyoruz.

Aklım geçen haftadan beri bugündeydi.
Kafam acayip bozuk. Elbet bitecek bugünde..
Bugün bitecek, yarın olacak..

Kimse okumasın diye yazılmış yazılar okudum sabaha dek. Sinirim bozuktu ağladım da epey..
Bu sefer haklı çıkmak istemiyorum. Bu sefer ‘sen haklısın, ben yanıldım’ demek istiyorum. Bunu gerçekten çok istiyorum. Birde bugün bitsin istiyorum.
Bugün bitsin ve herkesin hafızalarından çıkıp gitsin istiyorum.
Aklımdan hiç hayırlı şeyler geçmiyor.
Allah biliyor kuldan mı saklayacağım. Geçmiyor işte geçmiyor!!!
Beni üzen herkes bin beter olsun istiyorum yok ya benim kadar üzülseler de yeter fazlasına gerek yok..
Sen git, üstelik… tövbe yarabbim bişey yazıcam şimdi. Hayır yazmayacağım. Ben düşüneyim tamam mı? Ben düşüneyim ve bekleyeyim, sen git!
Git tabi canım, ne de olsa bunda bir beis yok, yok tabi bunlar hep benim abartmalarım, benim takıntılarım, benim kuruntularım…
Normal şeyler bunlar… Çok normal şeyler..
Allah’ım sen bana sabır ver Ya Rabbim.

Neyse kendimi oyalayacak bir şeyler bulayım..???
Elma şekeri alayım mı sana? Hııı? Alayım alayım avunursun.. Çocuksun ya sen, yala dur..

Doktor demişti kist sinir yaparmış. Kadın yalan söyleyecek değil ya doğrudur elbet.
Kaç yıl oldu bunu diyeli koca bir kişilik olmuştur benden bağımsız..
Büyü büyü lazımsın sen bana, büyü ki bak bana..

Gülümse hadi gülümse çalıyor..
Ankara’ya gitmiştik, kuzenim gezdiriyordu bu şarkı çalıyordu, küçüktüm, çok küçüktüm.
Ayy kıyamam çocukluğuna mı gittin sen? Hadi gel ben sana kağıt kalem vereyim resim yap olur mu??
Aman çok komik, geç dalganı..

Rol kesmek ne zormuş, hele ki benim gibi biri için.
Derin nefes al gülümse… O da yetmezmiş gibi türlü şakalar yap, ağız dolusu kahkaha at.
Gül tabi nasılsa güldükten sonra tuvalete gidip ağladığını kimse bilmiyor.
Çıkınca soranlara ‘ay acayip öksürük tuttu, gözümden yaş geldi’ deyiverirsin noolcak?? Kim bilecek?

Eve giderken içecek bir şeyler almam şart. Bu akşam içmeden geçmez…
Bir yerlere mi gitsem? Nerelere gitsem???????

Yazdıklarımı silip silip baştan yazıyorum.
2 paragrafı daha tek bir tuşla yok etmeyi başardım.
Niye?
İçimde kalsın sayıp döktüklerim diye..
Oysa hakkını veriyordu satırlar onca küfrün.

Güzel şeyler düşüneceğim, güzel şeyler..
Meselaaaa
Hayır aklıma gelmiyor..
Bu yazıda böyle olsun, neticede ben de buyum.
Becerdiğim ne var ki? Neyi doğru yapıyorum ki?

Saatleri kırıp parçalamak istiyorum.
O tepeyi yıkmak.
Yolları kapamak!
Hazırlanmış ne varsa kırıp dökmek!!!

Ve gülümsüyorum var gücümle,
Şey gözüme bir şey kaçtı, yoksa ağlamıyorum.
Gözlerim mi dolmuş?

Yok ya öksürükten hep..

24 Mayıs 2016 Salı

Plasebo Etkisi


Hadi biraz da ben reklam/tanıtım yapayım. Yok canııımmm ben ne anlarım ürün tanıtımından ama gel bi oku bak neler oldu, neler.

Şimdi haftasonu gittim Gratis'ten Revox At Kuyruğu Bitkisi özlü şampuan ve saç kremi aldım. Tabi bu öyle bilinçli bir alma olmadı. Yazılara konu, deli gibi dökülmekte olan, zavallı saçlarım, birde arap saçı gibi dolanmakta olduğundan haydi bir saç kremi alayımdan yola çıktım. Saç kremine bakarken baktım farklı bişey 'ay bide bunu mu denesem?' düşüncesinden yola çıkarak, başladım ürünün önünü, arkasını o da yetmedi içindeki kağıdı okumaya...
'Bak bide saçları uzatıyormuş hımmm' diye bilgiç bir tavırla ürünün kapağını da açıp mis gibi kokusunuda içime çektikten sonra kasaya yöneldim. Bu karar verip alma süresi sanıyorum 45 dakika sürdü. Ve niyeyse oradan koşturarak eve geldim. Aceleyle yuvarlak mutfak masamıza oturup, şampuan ve saç kremini önüme koydum. Evirdim çevirdim, 'Swiss' damgası dikkatimi çekti.. Dedim 'ecnebiler bu işi biliyo kesin dökülmeyi durduracak, aynı gün saçlar belime dek uzayacak ve parmaklarımı arasından kolaylıkla geçiricem hatta tarağı üstten koyarım o aşağıya doğru kendisi iniverir'. O derece adamlara güvenim tam. Hayır soyumuzda İsviçre'den gelmiyor ama nedir bu artı işareti görünce içimdeki rahatlama anlamış değilim. Neyse dün öyle heyecanlıyım ki kendi kendime 'yarın saçım belime gelmiş olursa sabah sabah şekil vermem zor olur, iyisimi sonra deneyeyim' dedim. Öyle eminim tek kullanımda sonuç alacağımdan. Bu heyecanla bir günü devirdim. Ve az evvel kendisini denedim.
Ürünü hatim ettiğimden tam kullanım önerisinde yazdığı gibi yıkamayı yaptım. Sıra kreme gelince dipten uca doğru sürüp 3-5 dakika arası yani tam tamına 4 dakika tutup yıkadım. Tarağıda yanıma aldım ki suyun altında şov yaparım ipek saçlarımla diye ama niyeyse tarak yine geçmedi, o saç yine dolandı, yine dolandı.
Ve durun... Kafamın derisi yanıyo... Evet dedim işte bu 'evreka'... Kızım kafanın derisi yanıyor çünkü etki etmeye başladı. Yeni saçlar çıkıyor, mevcutlar uzuyor... Adamlar yapmış işte Swiss diyor, onaylı diyor... Duruladım baya bi, şuan havlu tepemde oturmuş bu satırları yazarken yanma devam ediyor. Ve ben bir umut bekliyorum derken, annem karşıma geçip 'aaaa bak saçların ayağıma kadar uzamıışşşş' dedi..
'Aman çok komik, ayrıca kremi hiç işe yaramadı' dedim. Annem bir an savunmaya geçti 'ne biliyosun etki etmiştir' deyiverdi. (Demek ki sadece benim değil aileminde İsviçreli bilimadamlarına güveni tam.) 
Dedim ki nasıl nerden biliyorum keçe gibi oldu saçım taranmadı...
'Bir kereden anlaşılmaz o' diyince annem.. Heyecanım 2 kat arttı. Eee anne bu herşeyi bilir, etki edecek derse eder. Merakıma yenik düşüp havluyu araladım.
Sanki parlak, sanki daha uzun, sanki gürleşmiş... Tabiki plasebo etkisi tüm bunlar. Lakin her plasebo sonuç vermiştir. Ben demiyorum bilim diyor, fen diyor... 

*** Aniden saçım yerlere kadar uzarsa ve çılgınlar gibi gürleşirse haberleri İsviçre'ye kadar ulaştıracağım. Bekleyin beni...

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Ters Açı




Bugün sizleri biraz tersten düşünmeye davet ediyorum. Ben oldum olası kendimden büyük insanlarla vakit geçirmekten zevk almışımdır. Büyük derken öyle birkaç yaş büyükten bahsetmiyorum. Minimum 10 yaş büyüğüm olmalı karşımda. Yaşıtlarımla anlaşamam. Mutlaka bir çatışma yaşarız aramızda.. O yüzden tercihim büyüklerden yanadır. Tecrübeleri vardır, bilmediklerimi bilirler, yön gösterirler falan filan.. 

Ama ya küçükler?? Kendimden çok ama çok küçükler?? Onlarla da aram fena sayılmaz. Tipimden dolayı yaşıtları gibi görürler beni, yakın bulurlar, anlatırlarda anlatırlar.. 

Böyle bir kız tanıdım. Benden bir hayli küçük.. Ama bildikleriyle beni ona katlar, bir o kadar çarpar ve böler..  Benim aksime pozitif bakıyor hayata, çok cesur her şeye atılıp katılıyor, şükür ki acı bir tecrübe göstermemiş hayat ona.. Uyarılarıma ‘woww’ diye yanıtlar verip beni güldürüyor.. Komik geliyor belki de söylediklerim. O konuştukça bir zamanlar aynı öyle pozitif, olayları kolaylıkla atlatıp gülümseyebilen biri olduğumu hatırlıyorum… Geçmişime bakar gibi bakıyorum ona.. Kendimi dinler gibi dinliyorum onu… Korkuları yok.. Sayıp döktüğüm olası kötü ihtimalleri sanki fantastik bir hikaye anlatıyormuşum gibi hayretle dinliyor. Ben susunca da sanki film bitmişte kaldığımız yerden devam ediyormuşuz gibi davranıyor. Şimdi hal böyle olunca şunu düşünüyorum ister istemez.. Büyüklerden öğrenebileceğimiz çok şey var evet.. Amaaa küçüklerden öğrenebileceğimiz daha çok şey var sanki. Tamam tecrübe çok önemli olabilir ama bizdeki korkular onlarda yok. Dolayısıyla bizim korkarak yaklaştığımız, daha doğrusu korkarak uzaklaştığımız şeylere kolaylıkla ulaşabiliyorlar, deneyimliyorlar, pek çoğu bundan etkilenmiyor bile.. Bizim kararlar bağlayabileceğimiz bir olay karşısında gayet soğuk kanlı durup, gülüp geçebiliyorlar. Her ortama girebiliyorlar, çoğu zaman ‘amaaaan nooolcak’ yada ‘ne olabilir ki’ diye yaklaştıklarından olaylara gerçektende bir şey olmuyor. Büyütmüyorlar olayları, öfkeli değiller bizler gibi.. Unutmak en çok onlara yakışıyor, ‘ne olmuştu ki’ diyebiliyorlar hararetli bir konuşmanın ardından ve bu belki de en güzel özellikleri.. Yenilikleri takip edip hayatlarına katmalarını saymıyorum bile.. 

Peki sizce nasıl durum? Kimin kimden öğrenecekleri var?

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Demişti / İhtimaller


Demişti..
Çok söylenmez öyle, hepi topu 2 kere falan…
Evden ayrılıp Üniversite’ye giderken..
Tam otobüs kalkmak üzereyken, ben bir cevap verme fırsatı bulamazken…
Belki bunu bile bile..
Yada sırf bunu bildiği için.. Bilmiyorum.
Demişti..
Bu lafın bende yarattığı etkiden olsa gerek, alttan ders almadan bitirdim okulu.. Korkudan belki bilmiyorum..
Sabah kapıda beni yolcu ederlerken bakamadım, utandım..
Demişti..
‘Seven kıyamaz eğer seni düşünmüyorsa bla bla bla SEVMİYORDUR.. Seni SEVMİYOR!!!!’ dedi ve gitti.
Sevilmediğimi zaten biliyorum tekrarın lüzumu ne acaba???
Ben çok AZIM, öyle azım ki YOKUM..
Olmayan yeter mi?
YETMEZ…
Ben yetmem, tek başıma yetemem değil mi???
Dün uçurtmanın ipi koptu, uçtu gitti koca uçurtma.. Öyle aptal gibi baka baka gitti..
Hiç neden yokken..
Ama olacağı buydu..
Ne manası vardı ipi daha da açmanın?? Zaten güzelce süzülüyordu, daha yükseğe, daha yükseğe diye hırslanmanın alemi var mıydı?
Demişti… Tüm dedikleri için bakamadım sabah yüzüne, utandım.
Sonra kızdım kendime, ‘UTANMAYACAKSIN SEN!’ dedim içimden, en yüksek sesimle.. SEN UTANMAYACAKSIN!!!!!!
Uçurtma mutluluksa ve ipi koptuysa uçurtmanın… Kim bilir hangi çatıya kondu uçurtma??
Düşüne düşüne sevmeli demişti birisi.. Öyle yaptım hep.. Düşüne düşüne..
Annemin dediği bu olmalıydı iyi de bunu sadece ben yapıyordum.
‘SEVMİYOR SENİ APTAL, SEVMİYOR!’ demişti o zaman da.. demişti, söylemişti…
Hayır ağlamayacağım, böyle manasız yerlerde yazı yazıp birde üzerine ağlamayacağım.
Elimden kayıp giden kum taneleri gibi, tutamıyorum gücüm yetmeyecek.. / Hayır kendine gel, o güç var sende yapacaksın!!! Sen yapmazsan kimse yapamaz!

Gitmem gerekiyor, kendimle olan kavgamda uzlaştığım tek nokta, hepimizin fikir birliğine vardığı o tek eylem ‘GİTMEK’..
Tez vakitte uza kızım..
Git dağa mı, tepeye mi? Yerin dibine mii? Git işte..
Git.. Dağ iyidir.. Dağlara çık.. Soluklan bi uçurum kenarında, bak bi aşağıya..
Oradan düştüğünü düşün..
Hadi düşmedin biri geldi ve itti..
Yalana gerek yok, o adımı sen attın..Tek bir adım..
Tutunacak bir kaya parçası var mıydı yada bir dal bakmadın ki daha önceden.. Ya son anda vazgeçmek istersen diye..
Bir hikaye vardı..
Adam kadına birlikte ölmeyi teklif ediyordu. Uçurumdan aynı anda atlayacaklardı. Biiirrr, ikiiiii…üüü kadın atladı, adam atlamadı. Kadın paraşütün ipini çekti.. Peki önce ilk kim ihanet etti??
Bence kadına o güveni vermeyen adamdı ihanet eden… kadın sezmiş olmalı adamın atlamayacağını. Adam atlasaydı paraşütü açmayabilirdi kadın… Kim kime ihanet etti?????
İhtimaller, ihtimaller, ihtimaller..
Dediğimi yap ki kafan rahat olsun demişti.. Bunu dediği için kafam hiçbir zaman rahat olmadı, olamadı.
Dediğini yapmak…
Kim için, ne için??? Peki ya ben??
Benim için kim, ne yapmalıydı??
Demeyecek mi ‘ben bunu yaptım sen ne yapacaksın?’ diye.. Saymalı mı durmadan usanmadan yaptıklarımızı???
Hayır ağlamayacağım… saçma sapan, olmadık bir yerde durup ağlamayacağım!!!!!
Düşüne düşüne, bile isteye..
Ne yapmalıyım?? Ben ne yapmalıyım??
Uçurtmanın hangi çatıda olduğunu mu bulmalıyım? Bulup onu bulunduğu yerden almalı mıyım???
Yoksa yeni bir uçurtma mı yapmalıyım?? Yeniyi eski ipe mi bağlamalıyım??
Ben kendi uçurtmamı istiyorum diye ağlamıştım çayırda..
Babam ne yapıp edip bulmuştu.. Çatıya çıkıp almıştı uçurtmamı.. Daha sıkı bağlamıştı ipi, çok açma bırak öylece süzülsün ama ipi çok açma!!!
Deli olucam derken doktorun dediğini hatırlıyorum ‘Deli olucam diyerek deli olmazsınız. Bu mümkün değil’.. Evet bunu düşünebiliyorsam delirmiş olamam. Ama hasta edebilirim kendimi. Bunu düşünerek çok hasta olabilirim.
Hayır bir kez daha kaldıramam!
Risk??? Risk almayı sevmiyorum, sevmediğim için hep almak zorunda kalıyorum. Murphy  kuralı.. Reçelli ekmeğin, reçelli tarafının yere denk gelmesi gibi..
O adımı atarsam tutunacak bir dal yada kaya parçası olmayabilir..
İhtimaller, ihitmaller, ihtimaller…
FEDA???
Evet edebilirim ama ya ben?? Benim için kim, ne yapacak????
Tek bir adım…
Paraşüt kullansam?? Var mı böyle bir ihtimal??
Bunu düşünmem lazım..
Belki de yokum, hiç olmadım..
İhtimaller, ihtimaller, ihtimaller..



15 Mayıs 2016 Pazar

.....

Durup dururken...
Durup dururken....

FEDA...

Neden?

................

Rüyamda gördüm, lanet olası kadını ne zaman görsem rüyamda, böyle oluyor..

FEDA...

Günün en güzel yanı filiz veren domates...

Yine, yine, yine başa dönmek...

FEDA...

Başım ağrıyor, ağrı kesicilerin içeriğini mi değiştirdiler? Kar etmiyor ilaç...

Televizyonun sesi bastıramıyor kafamdaki sesleri, gitgide yükseltiyorum sesi...

Kalbim gümgüm...

Yada..

FEDA...

İhtimaller, ihtimaller, ihtimaller....

Kalp ağrısı...

Mutluluk... İpi kopmuş bi uçurtma...

Gitgide yükselen ve gözden kaybolan...

FEDA...



13 Mayıs 2016 Cuma

Aklımdan geçenler..


Kendime sırtım için korse aldım. Sopa yutmuş gibi oturmaktayım.
Artık kambur olmayacağım inşallah..

***

Hava açtı yine de üzülmedim. (Kapalı havayı severim de)

***

Dünkü berbat halime göre bugün gayet iyiyim.
Her zaman demişimdir ‘fiziksel bir acı, içsel acıları bastırır’

***

Nerden aklıma geldi bilmiyorum ama..
Böyle küçük, işaret parmağı büyüklüğünde yada dur dur..
Hani tasolar vardı ya onun kadar..
Pille çalışan.. içinde ufacık bir bebek bulunan ve üzerindeki 3 tuşla onu beslediğimiz,
İyi bakmazsak ölen ve ‘Game Over’ yazan oyuncağımızın adı neydi??

***

Korse sıkıyor, adeta kaburgalarım kırılıyor..
Oysa amacım dik durmaktı..

***

Ne çok su içiyorum.. 5 litre bitti..
İçmeye devam..
Ağzımın kuruluğu bir nebze olsun gitmedi..
Hayır şeker hastası değilim.. (Doktora gittim)

***

Uğraştığım iş sonunda bitti..
Kafam rahat..

***

Bulduğum doktoru beğenmiş..
Ee bende araştırdım tabiî ki..
Öyle seni her bulduğum hekime emanet edemem değil mi?
Ayrıca dedim sana bir şey yoktur diye..
Niye?
Çünkü ben seni dualarıma dahil, Allah’a emanet etmişim ne olabilir ki?
(Çok şükür)

***

Domatesler bari filiz verseydi. Hayır derine de gömmedim ama niye böyle oldu anlamadım.
Tamam toprak iyi değildi ama ‘isyan çiçeğim / direniş sembolümde’ yitik bir topraktan, bitik bir yapraktan doğmadı mı?
İnanıyorum o da çıkacak..

***

Diyorum ki iş çıkışı anneanneme gideyim..
Ne sevinir yavrum benim..

***

Akşam ayazda kalmasa bari..
Midesi yeni düzeldi, yine içecek..
Hey Allah’ım..
Çocuğum sanki..

***

Dün iyi ki kötüymüşüm, öyle güzel yorumlar aldım ki
Ara ara kötü olabilirim J

***

Nasıl yapsam da şu sigarayı azaltsam??
Düşündükçe arttırıyorum..

***

Kolonya koktu..
Kim sürdü acaba?
Ayıptır öyle kendi sürüp buyurmamak..
Bana da getiren olsa da sürsem..
Şurada kolonyam vardı benim de..
Amaaaaan bitmiş..

***

Hacamat..
İyi fikirdi..
Araştırıp yaptırmak lazım..

***

Ah o domatesler…

Bi filiz verseniz..

12 Mayıs 2016 Perşembe

Kısa kısa - Saçma sapan


Saçlarım deli gibi dökülüyor..
Yerden, masadan, koltuktan, çantadan, karşımdakinin ağzından benim saçım çıkıyor..
Deli gibi üşenmeden gördüğüm her yerden tek tek topluyorum..
Sanki bunu yaptıkça daha çok dökülüyor, daha çok canım sıkılıyor.

*** 

Hava istediğim gibi kapalı yine de suratım 5 karış.
Nedenini çözmem uzun sürmedi.

***

İşler bitmiyor, hep bir şeyler eksik ve ben tamamlanmadan rahat edemiyorum.
Birilerine bağımlı olmayı sevmiyorum, takım çalışması bana göre değil.

***

Başım ağrıyor, ağrı kesici içtim ama geçmedi.
Gözlerim kapandı kapanacak..
Ağlayarak uyanmış olmamın etkisi bunlar..
Yine uyuyunca geçecek..

***

Daha sabah beraberdik sanki yıllarca görmemişim gibi özledim.
Öyle ki avazım çıktığı kadar bağıra bağıra ağlayabilirim..

***

Acaba ektiğimiz domatesler ne zaman çıkacak?
Oysa biberde ektik ama benim aklım hep domateste..

***

Başım hala ağrıyor..

***

Muhasebe, İK’yı, İK muhasebenin yaptığı işi beğenmiyor.
Konuşmalarından kafam şişti.. Yüzyıllık kan davalısı gibiler..
Oysa bana kalırsa ikisinin de yaptığı bi boka benzemiyor.

***

Uykusuzum çok uykusuzum..

Uyursam hepsi geçecek biliyorum.

9 Mayıs 2016 Pazartesi

Ne aldığının farkında mısın?



Arkadaşlar bu aralar çok sık ürün tanıtımları görüyor ve inceliyorum. Bazıları aldıkları ürünü tanıtırken promosyon olarak vermiş oldukları bir diğer ürünü de es geçmiyor ve değerli yorumlarını paylaşıyor. Şimdi  size bizleri sevindiren, ‘ayyy bedavadan bir de buna sahip oldum’ dedirten bu ürünlerin arka planında neler olduğunu anlatacağım. Kapıyı aralıyorum haydi gelin…

Şimdi aldığınız ürün eğer bir gıdaysa örneğin; cips aldınız.. Cipleri bazen ikili yada üçlü olarak birleştirip paketleyerek satışa sunarlar.. Slogan genelde ‘denemeniz için biraya getirdik’ şeklinde tamamen iyi niyet gösterir. Ancak işin iç yüzü maalesef öyle değil. Bu ürünler genelde kullanım tarihleri geçmiş yada geçmek üzere olan ürünlerdir. Bazı firmalar olayı abartıp en arkaya yeni ürünü koyarlar ki bakıldığında o ürünün son kullanma tarihini görüp gönül rahatlığıyla alın.. Oysa en öndeki ve ortadaki ürünün tarihi genelde geçmiştir (geçmediyse de size ulaşıp evinize götürene kadar geçecektir.).

Bir diğer yöntem ise aynı ürünün ufak boyunu aldığınız ürünle birlikte verirler. Burada aldığınız ufak ürün ise (genelde/istisnalar kaideyi bozmaz) üretimi yapan makinelerin temizlenme işlemi sırasında makinenin içerisinden çıkarılan ziyan olmasın diye de ufak paketlerle üreticiye sunulan güya hediyeciklerdir. Bunu kıyma makinesi gibi düşünün. İçinde hep biraz et kalır bunu da kimse ziyan etmek istemez.

Aynı şey kozmetik ürünleri içinde geçerli yok deneme boyu, yok denemeniz için hazırladık falan filan tamamen palavra.

Bu devirde insanlar birbirine bedava selam vermiyorken, kapitalist düzen size hediye mi verecek yapmayın gözünüzü seveyim..

Diyeceksiniz ki nereden biliyorsun.. Bir çok firmanın bu ürünleri satışa nasıl hazırladığını görebilecek bir işe sahibim. Gözümle görmesem demezdim ama baktım ki alanlar çoğunlukta bari neyi aldıklarını bilsinler istedim. Ayrıca indirim ve kampanya dönemlerinde de dikkatli olmanızı öneririm. Zira aldığınız ürün, aslında hep kullandığınız ürün olmayabilir.

İyi alışverişler…


6 Mayıs 2016 Cuma

Bahar gelmiş, hoş gelmiş :)


Halllooooo,

Hadi bu sefer bir değişiklik yapalım, güzel şeylerden bahsedelim.

Hava mis gibi, güneş açtıııı

İçimdeki ses: Kapalı havayı severim ben yaaa

Bir diğer içimdeki ses: Sus sen. Güzel şeyler konuşucaz, diğerleri gibi olucaz susss

Kuşlar cıvıldıyoooor (valla gerçekten cıvıldıyor şuan)…

İçimdeki ses: Aman ne güzel, ne güzel..

Bir diğer içimdeki ses: Sana sus dedim.

Evveeet bahar gelmiş hoş gelmiş. Sayenizde hatırladığım Hıdırellez vesilesiyle dileklerimi tuttum, tutması gerektiğini düşündüklerime de tutturup, saldım enerjiyi evrene..

İçimdeki ses: Senden de bi pozitif enerji çıkar ki… Tamam sustum.

Ben çocukken evimizin karşısında kocaman bir çayır vardı. Kocaman dediğime bakmayın yerine bir bina yapıldı dedim ne kaaa küçükmüş.. Neyse..

Apartmanın giriş katında oturduğumuz için, (ki giriş dediğim yüksek giriş hatta 2. Kattan giriş yapmış Lazlar) ve boyumun kısalığından ötürü (hala kısayım) hava durumunu çayıra bakarak anlardım. Eğer ki çayırın sol tarafında bulunan tümsek, sarı renk ise güneş var demekti.. Baya da bir salakmışım. Yada güneş o zamanlar dik açı yerine nokta atışıyla belirli bölgeleri aydınlatıyordu bilmiyorum. Bunu bilim adamları araştırır ben konuya dönüyorum.

Hemen içeriye koşar ‘bugün hava çoooooookkkkk güzeeellllll’ diye bağırırdım. Diyorum ya pek salakmışım. Çünkü hava güzel olsa da dışarıya oyun oynamaya çıkmıyordum. O halde beni neden ilgilendiriyordu güzel olması? Tabi ki Özlem için.

Özlem çayırın çaprazındaki evde (zaten başka evde pek yoktu) oturan cılız ve çelimsiz bir kızdı. Ve hava güzel olduğunda oyun oynamak maksadıyla çayıra koşardı. Buda önce görüş alanıma girmesi sonra da onu eve atmam için büyük fırsat demekti. Zor kullanarak kızı eve çekip hırpalamaya bayılıyordum. Hayır ya maksadım kötü değildi aslında sadece hırpalayarak seviyordum kendimce. Ne var yani o da oynasaydı ya benimle?

Havanın güzel olmasının bir diğer güzel yanı dedemin bu fırsatı kaçırmayacak olmasıydı.. Büyük ihtimal dedem gelir, Özlem’de benden uzak sessiz ve sakince gününü gün ederdi.

İkinci ihtimal gerçekleştiğinde pek mutlu olmuştum. Dedemle vakit geçirmek mükemmeldi…

Birlikte bahçeye gittik. Çiçek ekimi yapılacaktı. Parmaklarımı toprağa sokup delik açacak sonra her deliğe birer tohum atacaktım. Zevkli işti doğrusu. Tüm işlemler bitince sulama yapıp ve yerden bir ot koparıp ağzımın kenarında döndürmeye bayılıyordum. İşin bir diğer zevkli yada daha doğrusu heyecanlı tarafı beklemekti..

İçimdeki ses: İyi de sen beklemeyi ve bekletmeyi sevmesin ki…

Evet sevmiyorum aslında beklemeyi ama bir tohumu beklemek zevkli. Çünkü toprak sizi yanıltmaz, sizi hayal kırıklığına uğratmaz ve eğer sevgiyle uğraş verdiyseniz mutlaka bir armağanı olur.

Heyecanımı arttıran bir diğer unsur dedemin ektiğimiz tohumun, ne tohumu olduğunu söylememesiydi.. Papatyada çıkabilir, karagöz de, aslanağzı da menekşe de..

‘Sürpriz’ derdi.. ‘Bekle ve gör..’

Beklemelerimi oyuna dönüştürürdü..

Dedem: Ne çıkmasını isterdin?

Ben: Bilmem??

Dedem: Mesela?

Ben: Yonca olabilir?

Dedem: Pekiiii ne renk olsun?

Ben: Pembe olsun. Pembe olursa çok güzel olabilir di mi dede??

Dedem: Olur tabi maymun niye olmasın?

Bu oyun böyle sürüp giderdi..

Hava güzel olunca bir de piknik yapardık.

Pikniğe gidilecekse mutlaka Erdek’ten aldığım kırmızı sepetim doldurulurdu..

Haşlanmış yumurta, ekmek, peynir, zeytin, bahçeden kopardığım domates ve salatalıklar, belki biraz da çikolata..

Yol uzun değildi ama bana o zamanlar bir yolculuk gibi gelirdi. Oysa bir arka sokaktaki ormana gidiverirdik.. (Şimdi o ormanın yerinde lüks siteler yer alıyor ne acı)

Orman dediğim yerin tam ortasında açık bir düzlük alan vardı. O zamanlar nerde yaşıyorsun diye sorsalar ovada diyebilirdim. Her düzlüğü ova sanıyordum çünkü..

O düzlükte bulunan, dalları göğe uzanan koca çam ağacının altına kırmızı beyaz kareli örtümü serer, sepetimdeki yiyicekleri diziverirdim. Getirdiklerimi tüketmem saniye sürmezdi.. Başlardım salak gibi koşmaya bir sağa, bir sola.. Şimdi düşünüyorum da acaba neden bağırırdım koşarken?? Şaka yapmıyorum kollarını açmış koşan ve avazı çıktığı kadar ‘aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa’ diye birini düşünsenize.. Valla nedenini hiç bilmiyorum. Hele ki bu hareketten mutlu olmamın nedenini hiç çözemedim.


Şimdi oturduğum yerden göz ucuyla dışarı bakarken ve tam karşımdaki hanımelinin bir bölümünü sarı ışıklar içerisinde görünce aklıma bunlar geldi.. Birazda güldüm kendime.. havanın güneşli olduğunu yine bu şekilde anladım diye.. Artık boyumun kısalığından mı, 35 yaşına geldiğim halde salaklığımdan ödün vermediğimden mi bilemiyorum.. Bunu da yine bilim adamları araştırsın. 

Baharı doyasıya yaşamak dileğiyle...

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Güzel olda gerekirse öl!



İnsanlar ne acayip oldular. Hayatlarına alacakları insanları ya parasına yada dış görünüşüne göre seçebiliyorlar. Bu işi öyle abartıyorlar ki yanındakini cüzdan olarak görebildiği gibi, eğer güzellik meraklısıysa yanındaki kişiyle kendini daha yakışıklı / güzel neyse artık öyle hissedip egosunu tatmin etmeye çalışabiliyor. Diyeceksiniz ki konuyu nereye bağlayacak.. şimdi dün bir arkadaşımın başına bir şeyler geldiğini öğrenip, apar topar hastaneye gittim. Adam komada (arkadaşım), başında eşi (kız aynı zamanda doktor) adamın ağzında tek bir diş kalmamış, dudağı kopmuş, kafasında – kolunda kırıklar var, eli parçalanmış daha bir sürü şey… derken kızın telefonu çaldı. Konuşma aynen şöyle ‘Dr. ……. ben, doktor bey eşimin başında kırık var bla bla bla, darbe almış kanama olabilir, yok yok başındaki kırıklar kalabilir, eli çok önemli, evet evet parçalanmış mikro cerrahi uygulanması gerekiyor. İz kalmasın nooolur, biz o zaman işlemleri yapıp nakli gerçekleştirelim. Çok teşekkür ederim, çok teşekkür ederim.’

Hoppalaaaa… Adamın kafasındaki kırık kalsın önemli değil (çünkü içerde ve görmüyoruz ya sorun yok.) ama eli çok önemli. Neyse sigara içmeye dışarı çıktık. Kız (eşi) ve çocuğun ablası başladılar konuşmaya..

-          Abla dişlerini …. ‘ya yaptırırız.
-          Tamam eğer o doktor müsait değilse benimkine gider, implant yapılır.

İçimden yok canım yanlış duyuyorum herhalde falan diyorum ama yok konuşma aynen devam ediyor. En sonunda dayanamadım dedim ki: ‘arkadaşlar adamın yaşaması mucize, siz kalkmış biriniz dişilerinin diğeriniz elinin estetiğine düşmüş. Ayrıca sürekli nakil yapılsın dediğiniz için içeride kimse adama müdahale etmiyor. Sırf bu yüzden sakat bile kalabilir.’

Cevap aynen şöyle oldu..

‘Ama şimdi eli öyle mi kalsın yani.. estetik bi uygulama yapılsın diye uğraşıyoruz’

Ben: İyi de adam estetik olacak diye ölebilir.

Eşi: Durumu iyi aslında..

Ben: Nasıl yani başında kırık var ve tomografi çekilmedi, kanama varsa? Ayrıca eli paramparça, kopan parmakları direk üzerine koydunuz dikiş atılmadı, kırıkları için ameliyat olamadı??

Ablası: Kızım ağzında diş kalmamış, bu kız nasıl bakacak yüzüne?

Ben: Delirdiniz galiba..

Tekrar konuşmaya devam edildi. Diyecek laf bulamadım. Olayın üzerinden 12 saat geçtikten sonra nakil gerçekleşti ve tomografi çekildi. Buarada elinde his olmadığı anlaşıldı. Belki de çok geç kalındı (umarım öyle olmaz) ve hala mikro cerrah bekleniyor ki adamın eli normal haline gelebilsin.

Kızın dış görünüşe verdiği önem yüzünden adamın hayatı kararabilir. Ama bu hiç önemli değil. Neden? Çünkü dışı iyi olsun, yanına yakışsın adam öyle dursa da olur.

İnsanları gerçekten anlamıyorum, anlamaya çalışıyorum ama mümkün değil. Herkes kendi bencil egosunun peşine düşmüş, tatmin olmaya çalışıyor. Karşındakinin yaşamını tehlikeye atabilecek kadar sevgisiz, sadece kendini düşünebilecek kadar bencil olunmuş. Oysa birini seviyorsan (bana göre) nefes alması şükür sebebidir. Birini seviyorsan her şey önemini yitirir yaşı, kilosu, boyu, kıyafeti, maddi durumu önemli olmaz olamaz.  Yani en azından benim için öyle.. Sizce??

3 Mayıs 2016 Salı

PARA PARA PARA



Ne kötü şey bu para.. Yaşarken kazanmak için canın çıkar, sonra elinde tutmak adına hayatını kısıtlamana sebep olur. Bazen de bir başkasındaki paranın derdine düşer insan.. O nasıl yapıyor da bu kadar kazanıyor? Yada o para bende olsa neler neler yaparım diye başkasının kazancı üzerinden hayaller kurar.. ‘Zenginin parası züğürdün çenesini yorar’ kısacası.. Varlığı ve yokluğu ayrı dert olur yaşayıp giderken..  Herkes sever parayı, sevmiyorum diyen de yalan söyler. Çünkü en basiti, ihtiyaçlar için araçtır.

Vaaz niteliğinde dini bir sohbet sırasında şöyle deniyordu ‘Hepimiz para için çalışıyoruz. Ev, araba, yazlık, daha iyi hayat koşulları, bankada birikmiş paramız olsun istiyoruz. Bazen yemiyor, içmiyoruz. Çocuklarımız rahat yaşasın, iyi eğitim görsünler diye canımızı çıkarana kadar didiniyoruz.. Oysa o çocuklar, o akrabalar bazen de para için seviyorlar bizi haberimiz dahi olmuyor.. Ve gün gelip hayatımız sona erdiğinde, hayatımızı uğurlarına heba ettiğimiz o çocuklar, ailemiz bir anda paranın peşine düşüyor. Biz öldüğümüzle kalıyoruz, yaşamadığımızla.. Bizim harcamadıklarımızı bir gecede yiyen insanlarla dolu bu dünya. Benim başıma gelmez demeyin. Gelir.. Para işin içine girerse herkesin başına gelir. O yüzden kendi kazandığınızı kendiniz yiyin, güzel yaşayın, ömrünüzü bu uğurda heba etmeyin.. Ve arkanızda sinsi bir düşman gibi bekleyen aileleriniz, çocuklarınız, akraba ve arkadaşlarınız için heba etmeyin, değmez’ Bunları dinlerken kafamdan doğruluğunu test ediyordum söylenenlerin. Doğruydu.. Para için ailesini bile sever görünebiliyordu insanoğlu. Babasının ölümünü hesaplayıp, kalacak parayla yapılacaklar listesi düzenleyen bile görmüştüm. İşin en acısı çocukların bu planları yapması herhalde. Benim çocuğum yok ama bir anne ve baba için binbir güçlükle okuttuğu, yetiştirdiği, karşılıksızca sevip büyüttüğü bir insanın bu düşüncelere kapılması çok acı olsa gerek.

Öyle şeyler oluyor ki, çok bilindik bir işverenin ölümüyle kardeşlerinin birbirine girmesine, çocuklarının kanlı bıçaklı olmasına, yılların markasını dahi yok etmeye yönelik çalışmalara girişmelerine bile şahit oldum..

Böyle şeyler genelde çok zenginlerin başına geliyor diye bir kuralda yok. Evet doğru meblağ büyüdükçe olasılık artıyor hatta olasılığı bile kalmıyor kesin oluyor. Ama yine de herkesin başına gelebiliyor. Zengin insanlarda şöyle bir şey oluyor. O parayı emek harcayarak kazanan kıyıpta harcayamazken, çocuğu gözünü dahi kırpmadan çatır çatır yiyebiliyor. Ve bunun için üzülmek şöyle dursun ‘bu benim hakkım’ gözüyle bakabiliyor.

Çok yakınımda gerçekleşen bir başka olayda da babanın ölümüyle yaşananlar tam bir felaketti. Adam biriktirme hastasıydı.. Belirli bir şeyi değil, her şeyi biriktirebiliyordu.. Tabi bu alışkanlık önce değerli antika parçaları toplamakla başlamıştı onda. Tablolar, saatler, bronz heykeller derken gazeteler, kalemler, evraklar, paralar… Aldıklarını kıyamazdı kullanmaya. Bir yere giderken giyerim, seneye kullanırım, yazlığa giderken yanıma alırım dediği şeylerle doluydu evleri.. Hiçbirini kullanmak nasip olmadı. Ölümünün ardından onca biriktirdiği, kıyamadığı 2 gün içerisinde çöpü boyladı. Keşke kullansaydı diye içim acıdı. Hiçbir şey götüremediğimiz bu dünya için çalıştığı onca mal mülk eşi ve çocukları arasında kavgaya sebep oldu. Ölümünün haftası olmadan çıkan araç kavgası, ev ve banka hesaplarına kadar uzandı.. Görünüşe göre daha da uzayacak gibi. Samimiyetimize güvenerek arkadaşıma ‘baban görüyorsa sizi, 1000 kere daha ölmüştür yada öldüğü için mutludur’ demiştim. Ne acı değil mi?


Birde yaşarken para peşine düşenler var. Aman sağlığındayken ne koparırsam alayım diyenler.. Parayı sevdiğimi düşünürdüm. Sevipte koynuma alıp yatacak kadar değildi düşkünlüğüm. Ama zora düşersem başımın çaresine bakacak bir param olsun istedim hep. Şimdi bunları görünce diyorum ki yaşamak lazım… Senin kıyamadığını çatır çatır yiyecekler bir gün. O yüzden heba etme hayatını. Kazandığını çarçur etme ama harca. İstediğini al, gitmek istediğin yerleri erteleme, kullanmak için bekletme eşyalarını… Benim başıma gelmez demeyin. Geliyor hem de herkesin başına geliyor. Bu lanet olası kağıt parçası hayatımızı esir alırken akıllara kim neden icat etti sorusu geliyor.. Acaba Lidyalılar yaptıklarının nelere mal olacağını bilseydi yine de icat ederler miydi parayı?? Sonunu düşünmeden yaptıkları bu icat insanlığı felakete sürüklerken, şimdi oturup Lidyalılara ne kadar sövsek az..! Belki de ‘icat çıkarma şimdi’ lafı da buradan doğmuştur diye düşünmeden edemiyorum..  Veeee Napolyon ‘para para para’ derken, orada olup ağzına kürekle vurabilseydim diye hayallere dalıyorum..