26 Aralık 2016 Pazartesi

Yol almaya çalışan kör yada sadece kör...



Bu sabah durağa yürüyen kör bir adam gördüm. Elinde sopası bir bariyerlere, bir yere vurarak ilerliyordu. Yüzüne baktım nasıl mutlu bir ifade.. Acaba görmediği için mi böyle mutlu diye düşünürken, düşüncelerin beni bambaşka diyarlara götürdüğünü fark ettim.

Bakın nereye…

Kitap yazdı diye ömrü hapishanede çürüyen insanlar olmuş bu ülkede. Hatta yazdığı yazıdan ötürü idam edilen bile var. Peki yazıyı bir eser olarak ele alalım.. Nasıl bir ressamın eseri yaptığı resimdir yada bir heykeltıraşın eseri heykeli.. Yazan için de yazısı bir eserdir. Umarım buraya kadar mutabıkızdır. Devam edelim..Bir ressam ve heykeltıraş eserlerini yaparken mutlaka bir şey düşünüyorlar değil mi? Bazen öfkeyi, bazen sevgiyi, bazen yaşamda tanık olunan bir olayı gibi gibi pek çok şeyi düşünerek eserlerini icra ediyorlar. Hal böyle olunca resim ve heykelin yazıdan farkı içinde bulunan bir durumu renklerle, çizgilerle, şekillerle ifade edip bunu kelimelere dökmeden izleyicisine geçirmesidir. Siz hiç bir resme bakıp, ‘vay şerefsiz demek bunu anlatmak istedin bu resimde’ diyen birini duydunuz mu? yada bir heykele bakıp ‘ben neden esinlendiğini biliyorum senin, utanmaz heykeltıraş’ diyen biri oldu mu çevrenizde?? Benim olmadı.

Ama bir yazı okuyup sövene yada yazdığı yazı yüzünden öldürülene mutlaka rastlarız.. (Bknz. Yakın zamanda öldürülen yazar.) Neden?
Çünkü yazarken duygular kelimelere dönüşüp satırlara düştüğünden okuyan, yazan ne hissettiyse daha net algılayabilir. Yani bir resme bakıp ‘hımmm ressam çocukken çok ezilmiş’ demek zordur. Resmi okumak ayrı bir yetenek işidir. Ve bir ressam okunmak istemiyorsa izleyicisini ters köşe yapabilir. Şöyle ki.. Bir resme bakıyorsunuz.. Yorumunuz ressamın düşüncesine aşağı yukarı denk geldi gelecek, birden bire ressam geliyor ve resmi sola çevirip asıyor, ‘ben resmi bu açıdan yaptım’ dediği an bok gibi kalırsınız.  Yani resim ve heykelde okunmak, anlaşılmak istenmek tamamen sanatçısına kalmıştır. Daha tehlikesizdir. Çünkü sanatçı o açıdan yapmadım, aslında budur resmedilen diyip sizi şaşırtabilir.. Ama yazı öyle değildir. Kelimelere dökülmüştür ya okuyucuya da her türlü hakkı verdiği düşünülür. Yani bir yazıyı okuyup, ‘düzenbaza bak neler kaleme almış’ demeniz, ‘ulan bu karıda zihinleri kirletiyor ben öldüreyim de başka zihinler kirlenmesin’ diyeni televizyonlarda izlemeniz normaldir.

Resim – Heykel – Yapı bize ne anlatır?

Bazen bir dönemi, bazen bir akımı, bazen tamamen yapanın aklından geçenleri, bazen de yalnızca baktığınızda gördüğünüz yada hissettiğiniz herhangi bir şeyi..

Yapan neden yapar?

Yeteneği vardır, yaparken rahatlıyordur, mesleğidir, bir eser bırakmak istiyordur, kendini başka türlü ifade edemiyordur v.b.
İşin özüne bakıldığında fikri yansıtmak yatar her sanat dalında. Bazen tiye alır, bazen trajediyi olduğu gibi yansıtır, bazen karikatürize eder, bazen güldürür, bazen ağlatır.. Hepsinin içerisinde düşünce yatar, çünkü düşünmeden bir his uyanmaz. Yazan, çizen, oynayan insan genelde kendini ifade edemediğini düşündüğünden alternatif bir yol olarak sanatı kendine iş edinir. Belki ortaya koyduklarıyla anlaşılır düşüncesi yaratır bir çok eseri.

Yazımın başına dönecek olursak.. Sabah gördüğüm kör adam, benim yazıma dahil olacağını aklının köşesinden bile geçirmeden otobüs durağını bulmak için yürürken benim aklımdan, ‘acaba görmediği için mi bu kadar mutlu?’, ‘bizler saatler alınmadı karanlıkta yola çıkıyoruz diye kampanyalar düzenlerken, o yaşadığı ve yaşayacağı hayatta hep bu karanlığa mahkum olmasına rağmen bizim kadar şikayetçi değil’, ‘bizlerin şikayetini, engellerimizi yıllarca görmezden geldiler, bak şimdi onlarda karanlıkta yol almaya çalışıyorlar  oh olsun mu diyor’, ‘şu kahpe dünyayı görmüyorum ya ne mutlu bana mı diyor’, ‘kendine daha renkli bir dünya mı yarattı zihninde’ gibi milyonlarca düşünce geçti. Gidip adama şöyle mi deseydim? ‘sizi gördüm ve aklımdan bunlar bunlar geçti, şimdi ben bu aklımdan geçenleri bir yazı yapacağım. Bu sizin için uygun mudur?’ Bunu diyebilsem büyük incelik olurdu beklide. Desem bana ne derdi? ‘Ayyy ne büyük incelik, sabahın köründe, yola bakmak yerine karanlıkta bariyerlere çarpa çarpa yürürken beni fark ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Üstelik beni bir yazınıza taşımayı düşünmüşsünüz. Ne büyük incelik.. Elbette yazın.’ Sanıyorum bu cevabı almak biraz ütopik. Hadi biraz daha gerçekçi olalım. ‘Manyak mısın nesin git işine’, ‘yola bakmak yerine beni mi görüp inceledin işin gücün yok mu?’, ‘asıl engelli sizsiniz, hayatımızı zorlaştırıyor, bizlere uzaylıymış gibi bakıyorsunuz’ v.b. Peki ben o trafikte, sırf bunları söylemek için dursaydım. O trafikte ilerleyenler bana nasıl tepki verirlerdi? İlk tepki kesintisiz bir korna olurdu elbette. Sonra camı açıp, yarı beline dek camdan çıkan ve söven insanlar olabilirdi. Birde neden durduğumu bilseler tepkiler saymakla bitmezdi. Ama ben yazmak yerine gördüklerimi bir resimle sizlere aktarsaydım. Üstelik bu resim soyut bir çalışma olsaydı. Yani bir fotoğraf gibi değil de, sadece karmakarışık renklerden oluşsaydı kimse çıkıp ta asıl anlatmak istediğimi anlayamazdı..

Neyse… Belki de en güzeli çevreye duyarsız olmak, üzerine düşünmemek, düşünüp yazmamak. Yanlış anlaşılacağına, hiç anlaşılmadan yok olup gitmek en güzeli belki de..

Belki de o adama bakınca düşünmek yerine, ‘kör bir adam’ diye basıp geçmek yanından en güzeli..

Yada çok bir şey anlatmak istediğinde taş alıp yontmak, bir resim yapmak hiç olmadı resmi ters çevirip ‘ahanda bu açıdan yaptım’ demek en iyisi.

Resim iyidir, ben iyisi mi resim yapayım ama soyut çalışmalar..

Bu yazıyı aşağıdaki resimle bitirmek istiyorum. Kim bilir ressam ne anlatmış? Ama yok üzerine düşünmeyeceğim. Ressamın canı cehenneme.. koymuş renkleri karalamış kağıdı..


14 Aralık 2016 Çarşamba

‘Bir zulme engel olamıyorsanız, onu herkese duyurun’ Hz. Ali




Bu, insanlığın öldüğüne dair bir videodur.




Vicdan: Kişiyi kendi davranışlarıyla ilgili olarak bir yargıda bulunmaya yönelten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerinde dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan, kişiye doğruyu ve iyiyi yapma yükümünü de yükleyen içsel güç.

Merhamet: Bir kimsenin veya bir başka canlının karşılaştığı kötü durumdan dolayı duyulan üzüntü, acıma.

Allah’ım bizlere vicdan ve merhamet ver. 


Allah’ım bizleri vicdan ve merhametten yoksun olanlardan koru.




7 Aralık 2016 Çarşamba

Her azınlık bir gün güçlenir, böyledir bu işler!

Anneeeee çocuklar benimle dalga geçtiiiii…
Geçsinler nooolmuşş?
……….

Anne ya okulda arkadaşım salak dedi.
Desin canım onun demesiyle salak mı oldun?
………

Anne…
Efendim..
Yok bişey…

Küçüklüğümden beri kulaklarımı çevreye tıkayabilen biri olmadım. Bunu söylediğimde ise ‘amaaan boşver, desinler, duymazdan gel, onun demesiyle mi?’ gibi tepkilerle karşılaştım. Bugün bakıyorum da zamanında görmezden geldiğimiz, yok saydığımız ne varsa bugün tamda içerisinde yaşıyoruz. Hatta hatta onlar tarafından yönetiliyoruz. Belki de sıkıntı görmezden gelmekte. Çünkü bir şeyi yok saymak, onu görmezden gelmek kişiye verilebilecek en büyük cezadır. Ve her görmezden gelinen, varlığını kanıtlamak adına bir çabaya girer, çoğu zaman güçlenir ve en sonunda da başınıza bela olur. (Bknz. Ülkenin durumu/Bknz. Terör.)

Bu nedenle ben diyorum ki görmezden gelip, güçlendirmek yerine, rahatsız olduğumuz bir konu var ise bu konudaki fikrimizi beyan edelim. Belki dünyayı değiştiremeyiz ama en azından denemiş oluruz. Üstelik denemesi de bedava.

İşte dünkü yazımı da bu nedenle yazdım. Vur kaç modelinin yayılmış olmasından son derece rahatsızım. Diyeceğini ortaya kusup, karşısındakinin cevabına tahammül edemeden kaçan insan çok fazla. Hal böyle olunca ufacık bir ihtimalin peşine, bir umut düştüm. Yoksa çok umurumda olduğundan yada kahrolduğumdan değil.

Neticede sorularıma bir cevap gelmesi ihtimali düşük fakat yinede ihtimal dahilindeydi. Ve ortada bir ihtimal varsa, olması da mümkündü. En kötü ihtimal yazımı okuyacağı düşüncesiydi ki buna da değerdi.

Yoksa ben bu yazıyı yazanın beni takip ettiğini, muhtemelen kurulan guruplardan birinde bulunduğunu, üstelik kadın olduğunu -ki bundan %100 eminim- (Törpü vazifesiyle sivriltilmiş kelimeler, kağıda bırakılmış ruj izi değil elbetteJ) zaten tahmin ediyorum.
Ama istedim ki kendini bir yerlerde doldurmak yerine gelsin ‘EVET BEN DEDİM’ diyebilsin. Ne olurdu ki deseydi? Hiçbir şey.. Neyse..

Ne demiş Samuel Beckett ‘Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil'..

Ben denedim, sizde deneyin derim. Çünkü bu gün görmezden geldiğiniz, yarın hayatınızın zorunlu bir parçası haline gelebilir.

Hepinize sevgilerimi iletiyorum, hoşça kalın.


6 Aralık 2016 Salı

Ben buyum, peki sen kimsin?

Merhaba arkadaşlar,

Şimdi ben bugün biraz kendimden bahsedeyim istiyorum sizlere.. 

Ben baya baya normal, sıradan bir insanım. Sabah kalkarım, işe gelirim, yemek yerim, kızarım, söylenirim, gülerim, ağlarım, eleştiririm, eve dönerim, uyurum, uyanırım falan. Buna ilaveten çok düşünür, bir o kadar yazarım. Yazarken, aman edebi olsun, herkes okusun, Ayşe’ye gönderme olsun, Fatma üzerine alınsın, Ahmet aman ne de güzel yazmış desin diye yazmam. Düşündüğümü yazarım. Yazıya aktardıklarım tam da aklımdan geçtiği sıralamayla satırlardaki yerini bulur. Bir kaygım yok yani yazarken. 

Yada birinin çıkıp ‘Al bu kartı ve Pazartesi görüşmeye gel, seni gazetemde görmek istiyorum’ diyeceği hayaliyle yaşamıyorum. Ha diyeceksiniz ki, sana böyle yapıyorsun diyen mi oldu?? Evet oldu, bu kadarla da kalmadılar. Nasıl net oldu di mi cevabım?? Şimdi madem bana birkaç soru, birden fazla kez soruldu bende toplu bir cevap niteliğinde olması için bu yazıyı yazma gereği hissettim. Evet devam edeyim. Yazı yazarken taslak hazırlamam. Ama yazdığım yazıyı yayınlamadan önce okurum. Bunu yazıya sansür uygulamak için değil, yazım hatası yapmışsam düzelteyim diye yaparım. Zaten sansür uygulama niyetinde olsam başta yorumlar kısmını direk yayınlanabilir olmaktan çıkarırım ve onaylı bir hale getiririm. 

Bunun dışında TC vatandaşıyım. Zamanında göç etmiş ailemle ilgili yazılarımı okuyup, ‘zaten gavurmuşsun’ diyebilecek bir çoğunluğun içerisinde olmadığım için de ayrıca GURUR DUYUYORUM. Bunu diyebilen kişilerin, kökenimi öğrenmek adına girmiş oldukları çabaya anlam veremesem de, tüm yazılarımı okuyup bu kanıya varmalarının bile onlara bir fayda sağlayabileceğini düşünüp, seviniyorum. Ama diyorum ya bu çabaya girmeyi gerektirecek, böylesi bir merak uyandıracak ne var onu da ben merak ediyorum.

Kaldı ki sen bana gavur desen ne olur?
Hadi de, senin demenle gavur olayım.
Ben senden olmayayım da ne olursam olayım. 

Ayrıca Fizan’da yaşamıyorum. İstanbul’da yaşıyorum. İstanbul’un trafiğinden şikayeti Erzincan’dan yada Antep’ten bildiremeyeceğime göre kalkıp ta, kansere çare bulmuş edasıyla ‘Biliyorum İstanbul’dasın’ demek için deha olmaya da ihtiyaç yok. 

Şimdi zeki insan, sana sorularım ve yoruma açık bir blogum var. Rica etsem sende benim sorularımı yanıtlar mısın?

1-Kimsin?
2-Nerede yaşıyorsun?
3-Uyruk nedir? Şaka şaka bana ne, nereliysen nerelisin..
3- (Önceki 3 şakaydı ya o yüzden tekrar 3) Eleştirilerim seni neden gerdi?
4-Beni bulunca ne yapmayı planlıyorsun? 
5-Bu hakkı kimden aldın?

Sorulara bildiklerinden başlayabilirsin. Eğer bu sorulara cevap gelmez ise bir sonraki yazımda bu soruları ben cevaplayacağım. Hadi buda açıktan bir tehdit olsun.

Benden şimdilik bu kadar hoşça kalın.. 


5 Aralık 2016 Pazartesi

Pardon masanızdaki erkeği alabilir miyim? / Sana tuz değil şap lazım.


Kadınları 2’ye ayırıyorum.
1. Kendi halinde, kendi derdiyle, kendi hayatıyla meşgul kadınlar.
2. Plancı, başkalarının hayatlarıyla meşgul, başkasına ait olanda gözü olan, gözü doymayan, göründüğü gibi olmayan sinsi kadınlar. Bu kadınlar öyle sinsidir ki bunları çok iyi niyetli zannederiz çoğu zaman. Öyle iyi zannederiz ki, asla aklımızdan aksi geçmez.

Ve maalesef öyle bir zamandayız ki ikiye ayıracak kadar bile kadın kalmadı. Bu ikinci grup öyle fazla, öyle fazla ki birinci gruba yer bile kalmadı. Nasıl mı? İşte böyle..

Geçtiğimiz hafta sonu sevgilimle yemek yemeğe gittik. Rezerve edilmemiş masalardan cam kenarında olan köşe bir masaya  geçtik. Masalar yan yana dizili olduğundan ve 43 kilo halimle bile zar zor yerime geçtiğimden bitişiğimizdeki masaya şöyle bir gayriihtiyari baktığımda, 1 kadın ve 1 adamın yanı başımızda oturduğunu fark ettim. Bazen birinin ne mal olduğunu anlamak için saatlerce sohbete, yıllarca tanımaya gerek dahi duymazsınız. Komşu masamızdaki kadının 2. Gruba dahil olduğunu anlamam için dahi olmama da gerek yoktu. Anladım, anladım ama bu fikrimi ilk etapta kendime sakladım. Kadını görmeniz lazım. Bir göz süzmeler, bir kırılıp, dökülmeler, bir hallenmeler, bir gülmeler... Üstelik yan gözle diğer masalar ile alakadar olmalar.. ‘Güzel Allah’ım nasıl da istemediğim otlar bitiyor dibimde’ diye düşünürken, masaya meze tepsisinin gelmesi ve yan masadaki adamın tuvalete gitmesi eş zamanlı oldu. Tam sevgilim kişisi mezelere bakarken, yan masadan bir el uzandı tepsiye.. Haydaa….
Bende bir çarpıntı baş gösterdi mi? Evet gösterdi.. Kalp atışlarım hızlanırken, karı (evet bu daha uygun bir kelime) eline patlıcan ezmesini almış, kafasını yana yatırmış, ‘ayyy patlıcan ezmesi çok güzel bundan alın’ demez mi? O eli bileğinden kavrasam, napıyosun sen diye ayağa kalksam olmaz mıydı, olurdu elbette. Hem de çok güzel olurdu da, susup şaraba sarıldım. Sanki orada ben yokum, hoş olmasam ne yazar neyse sinirlendim bak yine, sanki bir bostan korkuluğu varmışcasına, fikir veriyor benimkine.. Neyse diyorum, neyse karı yollu Yağmur sakin ol. Derin bir nefes alıyorum, bu sefer eline karides tabağını almış ‘karideste çok güzel’ demez mi?? ‘Yarabbim sen bana sabır ver’ derken, tepsinin kalkması, karının yanındaki herifin masaya dönmesi bir oluyor. Tabi ben meseleyi çözüyorum kafamda. Çözüyorum da kendimi kontrol etme işi baya sıkıntılı. Neyse ben yan masa hakkındaki fikrimi son derece argo biçimde yaparken, sevgilim yorumlarımı abartı bulup, taktın derken, ‘pardon’ diye bir ses geliyor yan masadan.. ‘Pardon siz Alman mısınız?’
Karının rahat duracağı yok, bana sarıp sevgilimi olaya dahil edecek aklı sıra.. Neyse ki o kafasını çevirip maça bakmaya başlıyor… Bende sabrımla imtihana girişiyorum..
-Siz şimdi iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi dediniz.. diyerek giriyorum konuya.. Amacım ufak bir kıvılcım, ufacık bir kıvılcım alayım da şu gözümün içine baka baka yanımdaki adama iş atan karının ağzına yüzüne dalayım. İşte böyle zamanlarda içimde bir Sulukule ezgisi yükseliyor. Seda Sayan’ın bir polemiğinde vardı ‘muhatap olurum anacım ben, muhatap olurum seninle’ diye.. İşte öyle bir hal vuku buluyor bende.. Neyse muhabbet sayemde gergin devam edip, diğer masanın defolup gitmesiyle son bulunca şunu düşünüyorum.
Burası içkili bir mekan, ben alkol alıyorum, yandaki mal alkol almış.. Kalkıp masaya salça oluyorsun, o da yetmiyor bana ‘Alman mısın?’ diye soru soruyorsun.. Şimdi ben önümdeki şişeyi elimin tersiyle tutup senin kafana indirsem. O da yetmese üzerine çullanıp sana zarar versem ne olacak?? Sorarım ne olacak???
Bu kadınlardaki fütursuzluğun sonu nereye varacak? Yanında adam var yetmiyor, yan masaya sarkan mı ararsın??
Adamları ayartmak adına kendini gündemde tutan mı ararsın?
Ayrıldığı adama sosyal medyadan hala beğeni atıp ya tutarsa yapan aşağılık kadın müsveddeleri mi ararsın??
Türlü planlarla arkadaş ayağına yatan mı ararsın?? Her türlüsü var arkadaş, her türlüsü var.
Ha şimdi bana kadınlar kötü de erkekler iyi mi diyenler çıkabilir. Onlarda sütten çıkmış ak kaşık değil elbette. Böylelerine fırsat verdikleri için onlar da suçlu. Ama benim derdim kadınlarla, maalesef ki aynı cinsiyetteyiz ya o sebepten sanırım sinirim geçmiyor. Bir şey olduğunda aynı kefeye konuyoruz ya hepimiz, o yüzden derdim bunlarla benim. Utanması, arlanması kalmamış bu ne idiği belirsiz güruh sınır tanımıyor arkadaşlar. Sanki masadaki tuzluğu ister gibi, yanınızdaki adamı isteyecek yüzsüzlüğe sahip bu mahlukların yemeğine tuz değil şap atmak lazım diyorum ben.
Velhasılıkelam Allah bizi bizden korusun. Amin.

30 Kasım 2016 Çarşamba

ALİS FELAKETLER ÜLKESİNDE..

Dün kötüydü, ondan önceki günde, ondan öncekilerde.. 
Bugünde kötü.. Bugünde güne iyi başlamadık.
Adana’da yangın haberi..
2016 yılında okulu, yolu, servis aracı olmayan bir ülkede yaşadığımıza mı?
Tüm olanaksızlığa rağmen çocuklarının okumasını isteyen ailelerinin çocuklarının çıkan yangında ölmesine mi?
‘Yangın merdiveni kapalıymış’ diye açıklama yapıp, bir de ‘anahtarı hayatını kaybeden eğitmendeydi’ diyip, ölenle beraber olayın üstünü örtmeye çalışan yetkiliye mi?? Neye kızalım? Neye üzülelim?
Hadi hepsini unutup evden çıkalım. Tahammül edilebilir bir şeyler bulmak adına, yaşamın devam ettiğini düşünerek yola koyulalım. Hadi kadrajı kendime çevirip size devamını anlatayım..
Evden çıkmışım hava zifiri karanlık..
Neden?? 
Efendim bundan sonra böyle, gün ışığından faydalanacağız. Biri istiyor ve hoooop saatler geri alınmıyor.
Neden??
Çünkü biz saatleri değil, medeniyeti geri sarıp ilkelliğe dönme çabasındayız. Tabi bu hiçbir alt yapı olmadan yapılıyor. Oysaki dijital ortam otomatik saatleri geri almış durumda, milletin toplantısı, maili, banka ödemesi her halt şaşıyor.. Ama olsun..
Hem mecazi anlamda, hem de gerçekten karanlık olarak güne ilk adımı atıyorum. Haydaaa atamıyorum.
Neden???
Çünkü ülke yeniden inşa ediliyor. Yollarda hep bir çalışma.. Sanki topraktan aldıkta, bugün üzerine inşaata girişmişiz. Dün gittiğim yol bugün kapalı, dün köprü vardı bugün yok, dün otobüs durağı vardı bugün güzergah değişmiş otobüs başka yerden gidecek..
Vatandaşa haber vermek ne demek?? Sen kim köpeksin ki devlet sana haber verecek?? Sabah çıktığında görürsün değil mi??
Eee yol yok ne yapıcaz?? Mezarlığı kullanıcaz elbette. Karacaahmet’in içi bildiğiniz E5. Mezarlık yolu dar olduğu için ve yapılırken haliyle trafiğin buradan işleyeceği düşünülmediğinden yol bir hayli dar. Bir araba mutlaka mezarların bulunduğu bölüme çıkmak durumunda.. Öyle böyle ulaşacağız gideceğimiz yere, inatçı milletiz ya biz. Ölüye falan da rahat vermeyişimiz bundan.
Neyse varıyorum iş yerine. Her zamanki gibi yer yok. Çünkü herkes Külhan beyi. Dubayı alan Allah’ın sokağını işgal etmiş. Dön dolaş yer bulup yürüyorum. Hadi diyorum yağmur yağıyor, havanın serinliği yüzüme vuruyor.. Hadi boşver, boşver de iyi başla güne..
Tam ofisin önüne geliyorum. Deli gibi yağan yağmurun altında elinde hortum bahçeyi suluyor şirketin akıllısı.. 
Hey güzel Allah’ım sen sabır ver diyip, ‘Allah’tan kork bu yağmurda suyu boşa akıtıyorsun’ diyorum. Cevap gecikmiyor. ‘Yerdeki yaprağı su yardımıyla kanalizasyona isabet ettirmeye çalışıyorum’ diyor. ‘Kapat çabuk o suyu, boşa akıtmayın’ diye söylene söylene içeriye giriyorum. Derin bir nefes alıp, hangi akla hizmetse internetten gazeteye bakayım diyorum.
Erdal Tosun vefat etmiş.
Neden? Trafik kazası..
Saatleri geri almadığımız için zifiri karanlıkta uykusunu açamadan direksiyon başına geçen sürücü mü kabahatli, yollarımız yol değil ondan mı oldu, efendim karşı tarafın sürücüsü Beşiktaş Belediyesi Planlama Müdürüne ait aracın şoförüymüş ona mı kızalım, yoksa planlama müdürüne bile özel araç ve makam şoförü tahsis edecek kadar israfa girmişiz ona mı söylenelim? Can gitmiş biz işi gücü bırakıp suçu kime atsak diye düşünüyoruz, insanlığımızı mı sorgulayalım??
Ölüme üzülecek vaktimiz kalmadı. Dün Dilara için üzülürken, üstüne yangın haberi, haberi atlatmadan trafik kazası, kim bilir bu satırları yazarken kimler ölüyor??
Korkarım bu sorulardan daha korkunç bir cevap içimde yükseliyor..
‘Deccalın hüküm sürdüğü bir ülke elbet cehennem olacaktır.’ diye..

Son olarak;

Ölenler kendini kurtaranlardır çünkü buradan gayrı her yer onlara cennet olacaktır…Umarım yattığınız yerde huzur bulursunuz demek istiyorum ama orayı da yol geçen hanına çevirdik, orada da huzur bırakmadık diye lafımı geri alıyorum. Başımız sağ olsun da demeyeceğim zira bizim başımız falan sağ olmasın mümkünse!!!



29 Kasım 2016 Salı

Hakkını helal et Dilara!


Bundan 1 yıl önce, kendimi çok yalnız, çok kötü, çok üzgün, çok mutsuz, çok umutsuz hissettiğim bir dönemdi. Güvenim yerle bir olmuş, olmaz denilen ne varsa olmuş ve ben tek başıma odamda ölmek için dua ederken bambaşka birinin yaşamak için dua ettiği bir sürece denk geldim. İşte Dilara’yı tanımam böyle oldu..

Dilara… 
27 yaşında, lenf kanseriydi. Çılgınca sevdiği Aykut’u, birde Demir adında oğlu vardı.
Resimler yayınlardı, Aykut’un onun için yazdıklarını, söylediklerini paylaşırdı. Hayata değil, Aykut’a tutunurdu.
Peki ya Aykut..
Aykut, ‘ADAM’ kelimesi nasıl ortaya çıktı sorusuna bir yanıttı. O kelimenin içini dolduran adamlığı, insanlığı ve zamanlara sığmayan sevgisiyle örnek bir sevgiliydi..

Dilara onunla ilgili olarak şöyle diyordu,


  
Hayatımın ilk beş yılını saymazsak ömrümün yarısı oldun bu yıl sevgilim. 11 yıl önce bu geceydi "Aykut ben" dediğin o an. Acemi aşık telaşlı sorularının muhatabı olduğum gece 11 yıl önce bu geceydi. Gururla bakıyorum şimdi buradan on yedi yaşıma o mükemmel adamı etrafımda pervane ettiğim için. En aptal çağım olarak gördüğüm yaşlarımda seni dünyama kabul ettiğim için sevgiler gönderiyorum genç kadın olmaya çalışan çocuk Dilara'ya.
Bir iki istisna hariç her yıl o tanıştığımız küçük deniz kıyısı köyde olurduk bu tarihte. Bir kutlama yapmasak bile geçen yılları anardık aşkla. Bugün bir hastane odasında kapalı, aylardır bitmeyen sınavımızın bir gününü daha deviriyoruz. Ama oğlumuz orada tanıştığımız o küçük yere gidecek bizim için..
Götür onu anne!
Deniz kıyısındaki tanıştığımız cafenin önüne götür. Anlat nasıl tanıştığımızı, nasıl aşık olduğumuzu. Senden büyük şahidimiz yoktur zaten. Dere tepeye götür onu. Babasının nasıl elimi tutmaya utandığını anlat. Cesur annesinin, ürkek genç babasının ellerini kavradığında babasının ellerinin nasıl da titrediğini anlat. Öyle bir adamın oğlu olmanın gururunu anlat ona. Kadına nasıl değer verilebileceğini öğrensin.
 "Karşımdaki kadının temiz olmasını istiyorsam ben de temiz olmalıyım" dediğini söyle. Beni bu sözle kendine bağladığını anlat. Bana daha ilk günlerde anlattığı gelecek hayallerinde ne ev, araba vardı ne para. Devlet koruması altında kalan çocuklar için yapmak istediklerini anlatıyordu 19’unda. İnsanlar için faydalı şeyler yapmak istediğini... Söyle oğlumuza babası idealist bir adam. İnsanlık için çalışıyor hala. Vazgeçmedi geçmeyecek gurur duysun. Annen iyi olacak de ona. Seneye bu zamanlar seninle burada kumdan kale yapacaklar ve üstüne bir mum dikecekler de. 12. Yıllarını böyle kutlayacaklar.
Geçen sene bu zamanlar hamilelik hormonları nelere gark ediyordu ruhumu. "Beni kaybetme korkun yok" diyordum sana sevgilim. Kaybetmiş miydin emin değilim şuan. Ama son 8 aydır geri kazandığına eminim.
 Sakın korkma sevgilim. Kimse bu dünyada beni bu kadar kazanamazdı.


Ve sonsuza dek mutlu olmuşlar fotoğrafı. Aykut'umun "ah Dilaram ne güzelsin" bakışı o günün üzerinden beş yıl geçti bugün. Birbirimize çoğunlukla böyle baksak da çetin kavgalar ettiğimiz, kapıyı vurup çıktığımız sonra dilimizde bir özürle tıpış tıpış geri döndüğümüz zamanlarımız da oldu. Ben "beni kaybetme korkunu kaybettin" diye ağladım. Allah hiç beklemeden ona bu korkunun en ağırını verdi. Dualarım kabul oldu anlayacağınız(!) Ben kanser oldum çünkü. Sonra doğurdum hemen akabinde hastaneye yattım. Saçlarım kazındı vücudum öylesine sarkık ve çatlaktı ki.. Çok şişmandım! O haldeyken beni yıkadı. Ben görüntümden utanıyordum o beni seviyordu. Sonra öyle zamanlar oldu ki tuvaletimi yaptırdı. Bağırsaklarım sık sık bozuluyordu sürekli gaz çıkarıyordum yanında. Ortalığa üstüne kustum çokça. Yemek yerken lokmaları ağzımda çevirtmiyordum ağzım yarayken, parmağımı ağzıma sokuyordum bu yüzden onun karşısında. Otururken, kalkarken, yatarken, yürürken hep onun yardımına muhtaç günler. (Ki daha bugünlerin benzerler çok olacak) Ben bunları yaparken o hala bu fotoğrafta baktığı gibi bakıyordu bana. Ah sevgilim bu kadar aşk tüm hastalıklara çare olmalı hatta ölüme bile! Allahım bu beş yıl için şükür lütfen 35 yıl daha... Amin.

Sevgilerin kolayca harcanabildiği, sevdiğini söyleyenin kolayca bırakıp gidebildiği, hastalanınca, değişince, işine gelmeyince kolayca terk edebildiği, verilen değeri hiçe sayıp başka kollara koşabildiği günümüzde Aykut’un varlığı nasılda mucizevi.. Dilara’yı bir an olsun bırakmayan, yanından ayrılmayan, ona olan aşkını bıkmadan, usanmadan haykıran o adam, Aykut! Şöyle sesleniyor sevdiğine, ve Dilara şöyle yanıtlıyor onu..

Aykut: O güzel gözlerine her gün bakabilmek için peşinden bir ömür boyu geldim, geliyorum ve geleceğim :)Yeniden tanışalım mı? Tam bu anda girmiştim hayatına. Şimdi; 11 senelik sevgilin, 5 senelik kocan, çocuğunun babası, en iyi arkadaşın ‘Aykut ben’. Kutlu olsun, sonsuz olsun. Biraz ütopik olacak ama 111 olsun! Neyse ki biz ütopyaları severiz:)
Dilara: Bitmeyecek uzun bir yol o sanki. Bitmesin Allahım.
Aykut: Güzel günler elbet gelecek. Biz sabırla bekliyoruz. Yağan yağmurdan müsaade isteyip, ortaya çıkacağız. Sen güldüğün zaman renk renk olacak her yer. En güzeli senin gözlerinin parıltısı..

İşte bu iki özel ve güzel insan milyarlarca insan arasında birbirini bulmuş, birbirinin kıymetini bilmiş, birbirine tutunmuş ya.. bana da kocaman bir umut oldular. Onları izleyerek yaşadığım o kötü zamanları bir nebze unuttum. Onlar için dua ettim, benim gibi niceleri etti.. Ama tüm bunlar yeterli olmadı. Ve dün Dilara aramızdan ayrıldı. 
Çok sevdiği Aykut’unu, biricik Demir’ini bırakıp gitti. Üzüntümün tarifi yok. Söyleyeceğim hiçbir söz hislerimi ifade etmeyecek biliyorum. Ama deneyeceğim..

Sevmenin, inanmanın, güvenin, aşkın ve en önemlisi umudun yansıması, Dilara! Bana ve benim gibilere çok şey öğrettin. Görmesini bilen gözlerin görebileceği bir aşkı yaşattın bizlere. Hayata değil Aykut’a tutundum diyerek, hayatı hayat yapanın sevdiklerimiz olduğunu gösterdin. Aykut’a güzeller güzeli Demir’i bırakarak gittin.. Dilerim mekanın cennete, yolun ışığa ve ruhun huzura kavuşsun.. Hoşça kal..

Ve Dilara’ya bu yalan dünyada cenneti yaşatan adam, Aykut,
Ettiğim, edeceğim ve edilecek tüm duaların sana dayanma gücü vermesini diliyorum Allah’tan.. Dilara’nın sözüne katılarak ve yine onun sözleriyle son vermek istiyorum satırlarıma.. 

‘Baba gibi baba, anneden çok anne bazen de… İnsanların her şeyi olmayı iyi bilir o zaten..’

Büyük üzüntü ve en derin sevgilerimle,
  

Yağmur

23 Eylül 2016 Cuma

Varan 1


Merhaba arkadaşlar,

Bugün ilk kez bir yönetim koçuyla çalışmaya başlamış bulunuyorum. Genelde bir ön yargı oluyor insanda, ‘benim yapamadığımı o mu bana yaptıracak?’ yada ‘aman canım sende bunlar hep sonradan moda oldu’ gibi..
Tabi daha şimdiden bir şey söylemek için erken. Ama ilk izlenimlerimi paylaşmak, belki sonradan baktığımda kendimdeki değişimi (olursa) görmeme de olanak sağlayacaktır diye düşündüğüm için hemen yazmaya başlıyorum.

Öncelikle sohbet havasında geçen görüşmemizde nelerden konuştuk biraz ondan bahsedeyim. 
İlk sorusu ‘hayatında neler var?’ oldu. Ne olur ki insanın hayatında? Ailesi, sevgilisi (varsa), işi, okulu, arkadaşları, hobisi v.s. Bende kendimde olanları sıraladım. Sonra benden kendimi tanımlayan kelimeler seçmemi istedi. Hayatımdakileri ve beni tanımlayan kelimeleri yazdı. Ve bu değerlere bir tatmin derecesi vermemi istedi. Çizdiği şekilde tatmin derecesine göre hayatımdaki değerleri karaladığımızda ta ta taaaammm eksik yönlerim yada daha farklı bir ifadeyle değiştirilmesi / geliştirilmesi gereken yönlerim kabak gibi ortaya çıktı. Zaten koçun amacıda kendime sorular sormamı sağlayarak, hedeflerime ulaşmada yön göstermesi değil miydi? Şimdi bundan sonraki süreçte bu değerleri nasıl yükseltebileceğim üzerinde konuşacağız. Aslına bakarsanız konuşmalarımızla şekillenecek sorular soracağım kendime ve cevapları yine kendim vereceğim. Biliyorum pek çok kişi ben sorup, ben cevaplayacaksam koçun anlamı ne diye düşünmüş olabilir. Ben de öyle düşündüm zaten :) Bu düşüncemi kendisine söylediğimde o klasik cevapla karşılaştım. ‘Sen değişirsen, dünya değişir. Ve kişi yalnızca kendini değiştirebilir. Ben değil, sen değiştirebilirsin kendini’. Neyse ben yine de peşin hükümlü olmak istemiyorum. Neticede sohbetimiz çok hoşuma gitti. Belki de kendime sorular sormaya hazır bir zamanıma denk geldiğim için onu da bilmiyorum.

Görüşmemiz sonunda bir de ödevim oldu. Yukarıda bahsettiğim geliştirmem/değiştirmem gereken yönümle ilgili olarak kendime pozitif bir soru sormamı istedi. Ee madem kısaca görüşmemizi anlattım o halde hayatımda değiştirmek istediğim durumu paylaşıp, soruyu da sizlerin huzurunda kendime sormak isterim.

Şimdi sıkıntım şu; insan ilişkilerimde suistimal edilmem + her ihtiyaç anında ulaşılabilir, yardıma koşan kişi olmama rağmen ihtiyacım olduğu anda herkesin bir anda sırra kadem basması.  Fazlasıyla fedakarlık yapmama rağmen hak etmediğim davranışlara maruz kalmam v.b. / Fazla düşünceli olmam.

Ödevimin cevabı ise, ‘İlişkilerimde neleri farklı yaparsam suistimal edilmem?’ yadaaa ‘Düşüncelerimi hangi yöne kanalize edersem fayda sağlarım?’

İşte böyleee sizlerde kendi sorularınızı kendinize sorabilir yada bana kendime sormam gereken sorular ile ilgili olarak yardımcı olabilirsiniz.

Soru ve önerilerinizi bekler, hepinize güzel hafta sonları dilerim.


** Görüşmelerimiz ayda 1 yapılacak olup, her görüşme sonrasında izlenimlerimi sizlerle paylaşacağım.

21 Eylül 2016 Çarşamba

Kendimi sever gibi..




Yaklaşmakta olan benin habercisi gök gürültüsü..

İçimde tarifsiz bir mutluluk.. Sanki az sonra düşecek olan damlalar beni, bana getirecek. Bu belki de kendine sarılmak gibi..

İnsan acayip bir varlık. Bilinç altında neyin yattığını hiçbir zaman tam olarak bilemiyorsunuz. Bulduğunuzu sandığınız şey, çoğu zaman bir illüzyondan ibaret, bir yanılsama.

Kim bilir neden seviyorum Yağmur’u?

Kendimi sevdiğim için mi?
Bana kendimi hatırlattığı için mi?
Temizlenme hissi verdiği için mi?
Yağarken çıkan sesin rahatlatıcı etkisinden mi?

İşte başladı…

Kulakları sağır edercesine bir gürültüsü var, akıldan geçenleri duymayı engelleyende bir yanı.
Belki de insan düşünemediği için böyle mutlu oluyor.
Denizi de en çok bu yüzden seviyorum. Çünkü ben yüzerken de hiçbir şey düşünemiyor, kafamı tamamiyle boşaltabildiğim ender anları yüzerken yaşıyorum.
Dalga sesi, su sesi, yağmur sesi hep aynı etkiyi yaratıyor bende.
Beynimi yıkayıp geçiyor adeta.

Kim bilir başka nelerini seviyorum Yağmur’un, denizin, suyun??
Sevmek için çok sebep var aslında..
Yada sebep aramaksızın sevmek gerek bilmiyorum.


19 Eylül 2016 Pazartesi

Dönüş(üm)

Uzuuun bir aradan sonra hepinize merhaba!

İşlerin yoğunluğundan buralara uğrayamasam da, bulduğum her noktaya kendimden izler bırakmayı (yazıp/çizmeyi) ihmal etmedim elbette. İşyerinde birkaç noktaya, tatil için gittiğimiz otel odasına, yemek yediğimiz restaurantların tuvaletine, bindiğimiz feribota kadar kendimden ufacık notlar bırakmadan dönmedim. Az buz değil, son yazımı yayınlayalı tam tamına 1 ay oldu. Aslında uzun aralarda insan pek çok şey yazmayı planladığı gibi, nereden başlaması gerektiğini de pek kestiremiyor. Neyse fazla uzatmadan bu 1 aylık süreçte neler yaptığımdan kısaca bahsederek bu hasrete bir son, yazmayı planladığım diğer yazılara da bir girizgah yapmış olayım. 

Son yazımı yayınlamamla beraber işlerde acayip bir yoğunluk yaşadım. Sanılanın aksine bu bana çok iyi geldi. Çünkü yoğunluğu, ardı arkası kesilmeyen işleri, yeni şeyler düşünüp fiiliyata geçirmeyi oldum olası sevmişimdir. Bu sevginin altında yatan en önemli neden ise; yoğun olduğumda zihnimin kendimle, kişilerle ve olaylarla daha az meşgul olmasıdır ki buda beni çok mutlu eder. Bu bilgiden yola çıkarak yoğun ama mutlu 1 ay geçirdiğimi anlayabilirsiniz. İnsan bir konuda fikir üretmeye başlayınca arkası geliyor. Üretmekle kalmıyor, ürettiklerinin üzerinde düşünüp, gelişmesine de katkı sağlıyor. Yani üretmekle kalmadım, hem geliştirdim hem de bu vesileyle azda olsa bir değişim yaşadım.

Değişim de öyle körü körüne olmuyor. Başta neyi değiştirmek istediğine karar vermek gerekiyor. Yada eksik tespiti yapmak… Bendeki en büyük eksik okuyamıyor oluşumdu. Pek çok şey okumama rağmen, hiçbir okuma bir kitabı okuyup bitirmenin sağladığı katkıyı sağlamıyordu. Eee işler yoğun, zaman yetmez olunca, vakit yaratmak farz oldu. Akşamları çok yorgun olduğumdan okumak için ne kadar çabalasam da başarılı olamamıştım. O halde geriye sabahlardan faydalanmak kalıyordu ki bu da mevcut uyanma saatime bakınca hiçbir işime yaramıyordu.  Böylece önce uyanma saatimi sonrasında da mesai saatimi 1,5 saat önceye çekerek öncelikle kendime vakit yarattım. İşe başladığım ilk yıllarda işime olan aşkımdan 2 saat evvel işe gider çalışmaya başlardım. O zamanlar içimdeki coşkuyu şimdilerde yaşamak pek güzel oldu. Üstelik sadece coşku yaşamak değil, işin güzel olan diğer tarafı ise  bu 1,5 saatlik süreci kitap/edebiyat dergisi okuyarak geçiriyor olmam, isteyipte bir türlü yapamadığım en güzel şey oldu.

Bu kadarla kalmadım. Sevgilimle çok güzel bir tatil yaptık. Hoş benim için onun olduğu her an çok güzel ve özel ayrı mesele ama birde deniz oldum mu daha ne isterim.. Tatilde de bir farklılık yaparak bol bol hareket ettim. Bilenler bilir ‘minimum hareket’ sloganını yaşam biçimi haline getiren bünyem, yürümek ve yüzmekle adeta çığır açtı.

Uzun lafın kısası zihnen ve bedenen dünya için küçük ancak kendi adıma büyük bir değişim yaşamış oldum. Beyne oksijen gidince bir aydınlanma oluyor haliyle, buda önümüzdeki günler için bana yeni fikirler, yeni değişimler ve beraberinde yeni yazılar olarak gelecektir. (diye umuyorum.)

Şimdilik hepinizi hasretle kucaklar, güzel bir hafta dilerim.

Sevgiler,


Yağmur

19 Ağustos 2016 Cuma

ECE ABLAM'a...

Birkaç kişi hariç, doğum günlerini pek aklımda tutamam. Ama hayata dair diğer tüm detaylar bendedir. Aklımın en ücra köşelerine hapsederim onları. Son birkaç yıldır da aram hoş değil zaten doğum günleriyle. Hatta gizliden gizliye öfkeliyim de diyebilirim. Ama bu, doğduğu için şükür duyduğum sevdiklerimin doğum günlerini kutlamayacağım anlamına gelmiyor. Elbette kutluyorum ve niyeyse çokta hüzünleniyorum. Burnumun direği sızlıyor derler ya, hah işte aynen öyle oluyorum. İnanın bahsederken bile, aynı duygu yoğunluğunu yaşıyorum. Ve şuan gözlerim dolu dolu yazdığım kelimeler cümlelere dönüşürken, görüntüler tüm detaylarıyla gözümün önünden bir o yana bir bu yana geçiyor..

13 Nisan 2016 – Unutur muyum? ASLA!!! Bu bana yaptığı ilk yorumun tarihi.
Bir kase muhallebiyle sevdiğini kandırma planları yapan, bende olanların bir eşinin de kendinde olduğunu söyleyen bu güzel insanın bana ilk gelişi..
Yorumlarıyla içimi ısıtan, yazdıklarıyla ruhuma dokunan, canımı yakan dizeleri ustalıkla sıralayan, yazarken kelimeleri özenle seçmeme neden olan, yaşadıklarına rağmen dimdik ayakta kalan, içinde sevgiler çoğaltan ve bunu bonkörce etrafına dağıtan… Herkeslerin pek sevdiği.. Ama benim için yeri çok ayrı olan, bana benzeyen, benim benzediğim, benden olan, benim olan, benim canım ECE ABLAM!

Sen beni bulduğunda kırgın, fazlasıyla güvensiz ve bir o kadar umutsuzdum. Bana yalnız olmadığımı hissettirdin, üzüntümü paylaştın, benimle toprakla ilgilenir gibi ilgilendin, ektin, baktın, suladın, sevdin, çok sevdin.. Canım acıdığında sanki sessiz çığlığımı duymuşcasına koşup geldin, yarama üfledin.. Sanki öptün de geçti gibi oldu. İyi geldin bana, iyi ki geldin…
Sırf bana gelmedin elbet..
Sırf ben sevmedim seni..
Ama bende bir başka sevdim seni.
Şimdi bu satırları yarın doğum günün olması münasebetiyle yazmış olsam da bir gün söylemek istediklerimdi yazdıklarım. Bil istedim.

Görmeden, duymadan, dokunmadan tamamen hissederek sevdiğim insan!
Sana ve sevdiklerine uzun, sağlıklı ve huzur dolu yıllar diliyorum.
Biliyorum çokça acılar yaşadın ama diliyorum ki başka acılar görmeyesin..
Gözlerin mutluluktan bile olsa yaşarmasın, yüzün hep gülsün.
Doğum günün kutlu olsun!

Acılarından öpeyim de geçsin,
Hadi gül, gülde iyileşsin.
Söyleyemediklerimi anlaman, yazmadıklarımı satır aralarından çıkarman ümidiyle,

Seni çok seven, Yağmur.

** Seni tanımama vesile olana minnettarım.. (Sanıyorum yine sevgilim vesile oldu. Dur ben onu bi öpeyim :) Hak etti :)) )

18 Ağustos 2016 Perşembe

SatırArasıMİM #1





Merhaba arkadaşlar,

Bugün düzenlediği ilk MİM’e nazik davetiyle beni buyur eden Emre Bektaş’ın sorularına verdiğim cevaplarla karşınızdayım.  Emre’ye bu güzel düşüncesinden ötürü teşekkür ederek, sorularını cevaplamaya başlıyorum.

1.  Nasıl blog yazmaya başladınız ?

Çocukken, söylediğim sözlerin havada uçuştuğunu görmüş, bir koşu evdekilere ‘ne gördüm, ne gördüm’ diye bu mucizevi olayı yetiştirmiştim. Anlamsızca yüzüme bakan ailem, saçmaladığımı düşünmüş olacak ki kendi aralarında hakkımda konuşmaya başlamışlardı. Ama öyleydi, ben görüyordum. Söylediğim her söz, karşımdakine ulaşmadan farklı yönlere savruluyordu. Benim gördüğümü onların göremediği ilk şey değildi bu. O yüzden bu yaklaşımlarına fazla takılmadım. Onun yerine gördüğüm şeyi tekrar görebilecek alanlar yarattım kendime..  

O zamanlar öğlen uykusu diye bir şey vardı. Öğlen uykusuna yatırıldığımda uyuyamaz, kendi kendime fısıltı halinde konuşur ve kelimelerin havaya savruluşunu izlerdim. Önceleri hoşuma giden bu görsel şölen, sonra sinirimi bozmaya başladı. Çünkü bunlar benim kelimelerimdi ve ben benim olan hiçbir şeyin savrulup gitmesine izin veremezdim. Buna bir çözüm yolu bulmalıydım ama ne??

YAZMAK!!!

Evet yazmak, kelimelerimi saklamanın tek yoluydu. Yazdıklarıma bakınca, nasıl yazdıysam öyle kaldıklarını fark ettim ki, bu tamda benim istediğim bir şeydi. Sonra deli gibi yazmaya başladım. Kağıtlara, duvara, misafirliğe gittiğimizde tuvalete girip gizlice tuvaletin su gideri borusunun yanına, dolabın içine, halının altına, aklınıza gelebilecek her yere ama her yere küçük notlar bırakmaya başladım. Bu adeta benim için bir oyun halini almıştı. Kimse detaylara dikkat etmediğinden minicik notlarımı bulamıyor ama benim o an, orada söylemek istediğim ne varsa olduğu gibi duruyordu… Aradan yıllar geçip, işe başladığımda yeni bir şeyler öğrenmenin hevesiyle farklı notlar almaya başladım. Ama içimde bir yerlerde beni bir iz bırakmaya yönelten yanım rahat durmuyordu. Bir gün, olduğum gibi olmam gerektiğine kanaat getirip, masalardan birinin altına bir yazı yazdım :) Aradan 14 yıl geçti hala da gören yok :) Neyse.. Bunu misafirlikte, iş görüşmesinde, yemekte, tatilde her yerde ama her yerde yapmaya devam ettim / ediyorum da.. :) Yani bir gün evinize misafir olursam, aklınıza gelmeyecek bir köşeye not yazmadan evinizi terk etmeyeceğimi bilin diye söylüyorum bunları. Sonra mı? Sonra aşık oldum. Olmak ama ne olmak.. Söylüyorum yetmiyor, yazıyorum olmuyor.. Kağıt – kalem ilişkimin fazlasıyla dikkat çektiği ve görenlerin ‘ne yazıyorsun, kime yazıyorsun?’ gibi sorularla beni bunalttığı bir vakit, bunun daha az dikkat çekecek yolunun blog açmak olduğuna kanaat getirdim. Yani blogu açmamın asıl nedeni, yazıya olan düşkünlüğümden ziyade sevdiğim adamdır... Ona olan aşkımdır, ona söylediğimde uçuşan kelimelerimdir, onu satırlarıma dökme, onu kendime saklama isteğimdir.


2. Blogunda daha önce yazmadığın bir tarzda yazacak olsan bu ne olurdu ?

Blogda yayınlamadığım için bilmezsiniz ancak, o kadar çok yazıyorum ki daha önce yazmadığım bir tarz sanıyorum kalmadı. Ama yayınlamak açısından düşünürsem yarım kalan hikayemi bloga aktarıp, tamamlamak isterdim.

3. Bloglarda okumayı en çok sevdiğin konular nelerdir ?

İçinde duygu barındıran her tür yazıyı okumaya değer bulurum. Hele ki kişi, bizzat kendinden yola çıkarak yazmışsa benim için ayrı bir anlam taşır. Bu nedenle, en çok kişinin gündelik yaşantısını, ruh durumunu, aklından geçirip söyleyemediklerini aktardığı yazılar ilgimi çekiyor.

4.Hayatta en çok yapmak istediğin üç şey nedir ?

Bu konuda sizlere karamsar ve sıkıcı gelebilirim. Çünkü yapmak istediğim hiçbir şey yok. Ama madem bu soru soruldu, soranın hatırına kendimi bir hayli zorlayarak bu soruya 3 cevap bulacağım. Hımm düşünelim bakalım yapmak istediğim 3 şey.. Buldum!!!

1. Anlatmak istediğim ancak anlatmadığım daha doğru bir ifadeyle anlatamadığım çok şey var. Bir gün bu içimde tuttuklarımı tüm dünyaya haykırmak isterim. Evet, evet bunu gerçekten çok isterim.
2. Bu aslında yapmak istediğim değil de olmasını istediğim bir şey. Mutlu olduğum o ender anların birinde ölmek istiyorum. Hiç olmadı sevdiklerimden önce ölebilmek hayattaki tek isteğim diyebilirim.
3. Bu isteğimi izninizle tamamen kendime saklamak istiyorum. Bir gün 1. Maddedeki isteğimi gerçekleştirebilirsem bunu da buradan haykırırım.


Sıkılmadan okuduğunuzu ümit ederek bitirirken, bir değişiklik yapıp MİM davetinde bulunacağım.

Tabikiiiii beni çok seven Zehra Ertuğru :),
Umarım Tigris benden önce davranmaz diyerek Acemi Demirci,
Ve cevaplarını merak ettiğim Cem Kazan, danışmadan bekleniyorsunuz :)

Hoşça kalın, sevgiyle kalın :)

16 Ağustos 2016 Salı

Hadi soyun! Çıkart üzerindekileri! Hadiii çıkart ne duruyorsun??

Önce gömleğini çıkar. Uğraşmasana düğmelerle.. Kopart at, bırak yırtılsın.. Giymeyeceksin nasıl olsa.. 
Acele et, soyun..
Dur! Dur! Yardım edeyim.
Geç otur şöyle..
Bakma öyle şaşkın şaşkın.
Ne sandın?
Elbiselerinden bahsetmiyorum elbette.
Üzerine aldıklarınla benim derdim.
Her sabah bir gömlek gibi üzerine giyindiğin kibrinden, egondan, hatır gönül bilmeyen, gittikçe insanlıktan uzaklaşan halinden bahsediyorum.
Çıkart bak nasıl da rahat edeceksin.

Vefayla başlayalım. Vefa nedir hatırlasana?
Hayır, hayır Eminönü – Fatih arasındaki semtten bahsetmiyorum. Ama istersen götürebilirim.
Ne diyorum ben? Kafamı karıştırıyorsun.
Unuttun değil mi?
Üzerine aldıklarına öyle sarıldın ki unuttun. Nelerin seni insan yaptığından öyle bihabersin ki..
Buraya nasıl geldiğini hatırlasana..
İlk geldiğin günü..
Şaşkın ve saf halini..
Çok güzeldin o gün.
Bilerek miydi böyle gelişin? Aceleyle mi çıkmıştın evden? Ondan mıydı maskeni takmayı unutuşun?
Yok ya sanmıyorum..
Saftın, güzeldin..
İçin üşümüş olacak üzerine bir tek samimiyetini almıştın, pekte yakışmıştı.
İçtendin..
Gözlerin velfecri okumuyordu.. Bakınca ancak kendini görebiliyordun. Suya bakmak gibiydi, aksimi görüyordum her baktığımda.
Ne oldu peki?
Kazancın artınca, istediğini elde edince yoksa güçlü olduğunu hissedince mi böylesi değiştin??
Şimdi sana acı gerçekleri söyleme zamanı, rahat ol, yaslan arkana. Sakin ol, sıkıntı yapmana gerek yok, neden terliyorsun?
Çıkar üzerindekileri demiştim sana.. Aç hadi birkaç düğmeyi, şaka yapmıyorum bu sefer. Açta ferahla..
Evet söylüyorum.
O sahip olduğunu düşündüğün şeyler var ya, işte sen onların hiçbirine sahip değilsin.
Ne gülüyorsun?
Evet sahip değilsin.
Tek bir an, ufacık bir nefes alışı, dikkat et bak, nefes alışı diyorum sadece, o nefesi vermeyi katmadım bile işin içine..
O kadar kısa bir andan bahsediyorum. Tüm bu sahip olduklarının elinden gitmesine sebep olabilir.
Hayır bu bir olasılık değil. Bu gerçekten de olası..
Bak nasılda boncuk boncuk terliyorsun..
Konuşmam bittiğinde yaşayacağının yada benim sözlerimin yarım kalarak hayata veda edebileceğimin farkında değil misin?
Otur oturduğun yerde, bu kapıdan çıkarsan döndüğünde beni bulacağının da bir garantisi yok çünkü..
At şu kibri / egoyu üzerinden, senden iyisi, güzeli, yakışıklısı, akıllısı, kazançlısı, unvanlısı daha, daha, dahası var.
Hem ne bu isminin önüne sıfat alma merakı?
Adın yetmiyor mu kimliğine? Kim olduğunun da ne önemi var? İnsan olmak yetmez mi kendini tanımlamaya??
Hem söylesene kazandıkların kaybettiklerini karşılamaya yetecek mi??
Çok şey kaybettin.  Açsana gözlerini. Bu sefer küçümsemek için değil, görmek için baksana!
Ufacık bir gülümsemenin sana neler kazandırdığını hatırla mesela.
Bana değil yanlış anlama, herhangi birine gülümsediğinde aldığın selamla içine dolan huzuru hatırlasana. Ne ara kestin selamı sabahı??
Hadi başa dönelim yeniden..
Nasıl geldin buraya? Nereden, nerelerden geldin?
Kim vesile oldu buraya gelişine??
Ne o işine gelmedi mi hatırlamak?
Bu gerçeği yok sayamazsın!!!
Biraz minnetin ne zararı olur? Minnet peşi sıra vefayı getir.. Vefalı insan iyidir, zarar gelmez ondan.
Hataların var kabul et. Büyük hatalar yaptın.
Özür dilemekle başla. Bir özürle dil aşınmaz.. Telafi etmek için çabala, pes etme, sabırlı ol.
Yüzüne taktığın yalancı maskeni de çıkar. O yalanların değil mi karşındakinin hayatını başına yıkan??  Bırak yalanı dolanı, dürüst ol.

Düşmesin omuzların, kaldır başını, bak bana!

Hadi soyun,

Soyun da gel yanıma!

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Takip Sorunsalı..

Sevgili arkadaşlar,

Bugün sizleri kafamdaki bir sorudan yola çıkarak, biraz geçmişe, biraz bugüne, oradan da yazımın başlığı olan soruna götürerek, başınızı döndürüp, kusturmak niyetinde değilim elbette :) Amacım; aklımdaki soruya sizlerin cevabıyla netlik kazandırmak yadaaa yeni başlayanlara bir sır vermek.  Tamam tamam uzatmadan başlıyorum.

Sizlerin beni tanıması aylar öncesine dayanmasına rağmen blogumu 2013 yılında sevgilime yazdığım yazıları yayınlamak amacıyla açmıştım. Sonrasında nasıl olduysa bir anda bir topluluk daveti aldım ve kendimi geniş bir topluluğun, birbirinden değerli insanların yani sizlerin arasında buldum.  Kısacık zamanda yıllardır tanıyormuş hissine kapıldıklarım, canının sıkıntısı/hastalığı geçti mi diye merak ettiklerim, beni kendine yakın görenler tarafından merak edildiğim, moralim bozuk olduğu için destek veren takipçilerim, mutluluğuma ortak olan, sevincimi paylaşan çok güzel arkadaşlarım oldu. Hepinize kocaman bir teşekkürü borç bilirim. Borcu da hiç sevmediğim için peşin peşin teşekkür ederim :)

Kendi kendime yazarken - ki yazmak gerçekten benim için bir tutku ve ben yazmadan nasıl yaşanır bilmiyorum – birilerinin beni okuyacağını, bir de üzerine yorum yapacağını hiç düşünmemiştim. Düşünmememin sebebi de hiçbir topluluğa dahil olmayışım ve takiplere kapalı oluşumdu. Yaşadığım bu tesadüfi davet sonrasında sizleri tanıdıkça, sizlerden yorum aldıkça; yazdıklarımın okunarak, eleştirilmesinin de ayrı bir tadı olduğunu anladım. Çevresinde bir elin parmağını geçmeyecek kadar az insan olan biri yani benim için bu, kendi yalnızlığımın içerisinden çıkıp, (biraz abartı olacak ama) dünyaya açılmak gibi bir şeydi. Tamamen hesapsızca, aklıma geldiğince yazdığım yazılar blogumda yerini alırken, ilgi alanıma giren, kendime yakın bulduğum, okumaktan keyif aldığım kişileri takip etmeye, onlardan fikirler almaya, fikrim varsa yorumlarımda paylaşmaya başladım. Ve zaman geçtikçe blog alemindeki kişilerin, günlük hayatta karşılaştığım(ız) insanlara oranla daha nazik, daha düşünceli, daha insancıl, doğayı koruyan, hayvanı seven ne bileyim işte daha daha daha (yazar burada kelime bulamadı) olduklarına kanaat getirdim. Neticede yazan insan çokta kötü olamıyordu, belki de ondan bu blogdakilerin ‘daha’ olması durumu.. Fakat yine zaman geçtikçe fark ettiğim bir şey oldu. Buda yazımın başlığını alan soru yani ‘takip sorunsalı’ hakkında düşünmeye itti beni.

Gerçekten yazmaya gönül vermiş, duygularını bu yolla aktaran insanların haricinde de birileri vardı. Bu kişiler ‘sizi takibe aldım, sizde beni takip edin’ yazıp gidiyordu. Çok fazla takılmamakla birlikte bu kişileri takibe alıp, iadeyi ziyaret yapıyordum. Sonra şunu fark ettim. Kişiler kendini eklettikten sonra takipten ayrılıyorlardı. Sanıyorum buradaki amaç, ‘bak ben kimseyi takip etmiyorum ama yüzlerce de takipçim var’ düşüncesini karşı tarafın zihninde uyandırmaktı. Ha yapıyor da eline bir şey geçiyor mu? Elbette hayır. Diyeceksiniz ki buna mı takıldın. Aslında takılmadım ama bilmediğim içinde merak ediyorum, buradaki gerçek amaç nedir diye? Çünkü bu kendini ekletip, takipten çıkan, yorum atmayıp ille de yorum gelsin diye bekleyen, gelmeyince sitem yazısı yayınlayan insanların neden burada olduklarını ve olmak için ısrarcı olduklarını anlayamıyorum. Bunu anlayan biri varsa bu konuda aydınlanmayı gerçekten çok istiyorum. Asıl cevap bekleyen sorum da bu.

Son olarak bu kişilere vereceğim sıra gelecek olursam, ‘bu hayatta hiçbir şey karşılı olmuyor’ bunu öncelikle anlamanız gerekir. Yani, sen beni seversin de, ben seni sevmeyebilirim, sen benim ilgimi çekersin de ben senin ilgi alanına dahil olmayabilirim, sen yazdıklarımı okumaya değer bulmazsın da bir başkası bana bayılır gibi, gibi.. Hal böyle olunca, bir şey üretmeden, iki kelimeyi yan yana getirip yazmadan, sadece sayfa açıp hiçbir şey paylaşmadan takipçi sayısına takmış olman ciddi bir sağlık sorunun olduğunu düşündürüyor. Oysa facebook gibi (adı batsın) bir mecrada bu işlerin gideri var. Oraya gidip, ekleyip çıkarabilir, takip edip, bırakabilirsin. Bu zahmete girmek niye? Eğer bunu yapıyorsan ve nedeni konusunda bizleri aydınlatmak isteyecek kadar dürüst olabileceksen (yürek yiyip gelmekte serbest) senin de yorumuna açık bu soru. Gel ve anlat bize, ne yersiiin, ne içersiiiin, bu kafaya nasıl geldiiin? Hadi gel lafını sok sonra engelleyip gitmekte serbest.

Hoşça kalın, mutlu kalın..

** Bu yazı durup dururken yazılmamıştır. 

9 Ağustos 2016 Salı

Yazıyooor, yazıyooooor!


Duyduk, duymadık demeyiiiiin Acemidemirci'nin hayatını kurtardığı çekirge beni ziyarete geldiiiii..

Evet yanlış duymadınız. Geçen gün camına çarparak ufak bir kaza geçiren ve Acemidemirci'nin bileklerini kolonya ile ovup, kesme şeker vererek kendine gelmesine yardımcı olduğu çekirgeyi buldum ve sizin için görüntüledim. Bakıııın..




Nasıl ama maşallahı var değil mi? Naapsın sıcaklardan bayılmış zavallıcık. Şaka bir yana sabah görür görmez aklıma elbetteki Acemidemirci gelince hemen fotoğrafını çekiverdim. Buda benden küçük bir hediye olsun ona :)

Veeee duyanların inanamayacağı bir şey yaptım. Sakin olun, söylüyorum. Film izledim arkadaşlar. Biliyorum gözleri yaşaranlar var aranızda ama yaptım bunu. Malum uzundur kitap okuma ve film izleme teşebbüslerim hep hüsranla sonuçlanmıştı. Ama azmim sayesinde başardım.

Filmin adı: Hayalet  Dayı

Ahanda bu film..


Böyle katıla katıla güldürmese de, fena sayılmaz. Ben özellikle filmin başlarını sevdim. Biliyorum izlemeyi beceremediğim gibi anlatmasında da başarılı değilim. O yüzden hemen konuya geliyorum.
Uzun uğraşlar sonucu bütçelerine uygun ev bulan 2 arkadaşın, taşındıkları evde karşılaştıkları hayalet ve hayaletin orada olma sebebine bağlı olarak yaşadıkları komik serüvenleri anlatıyor. Tavsiye eder miyim? Valla siz bilirsiniz. Paşa gönlünüz nasıl isterse öyle yapın. Ama bakın yanlış anlaşılmasın kötü demiyorum. Neticede herkesin mizah anlayışı farklı, ben de güldüm ama yer yer.. İsterdim ki gülmekten öleyim ama öyle olmadı.

Neyse bu iki haberle sizleri bir hayli şaşırttım ve sarstım. O yüzden şaşırmayacağınız bir bilgi vererek bugünkü yazımı sonlandıracağım. Doğrudur hala kitap okuyamıyorum. Tavsiye üzerine aldığım 'Kendini Arayan İnsan - Rollo May' her akşam okumayı denediğim ama ilk 10 sayfayı 100 kere okumama rağmen elimden baş ucuma bıraktığım kitaplar arasında. Sadece o değil bir çok kitapta her akşam okuma denemelerime dahil oluyor. Niye sadece bu kitabın adını verdim? Çünkü içlerinden birini suçlamam gerekiyordu ve onu seçtim.

Bir dahaki inanılmaz haberler paylaşımıma kadar hoşça kalın :)