19 Ağustos 2016 Cuma

ECE ABLAM'a...

Birkaç kişi hariç, doğum günlerini pek aklımda tutamam. Ama hayata dair diğer tüm detaylar bendedir. Aklımın en ücra köşelerine hapsederim onları. Son birkaç yıldır da aram hoş değil zaten doğum günleriyle. Hatta gizliden gizliye öfkeliyim de diyebilirim. Ama bu, doğduğu için şükür duyduğum sevdiklerimin doğum günlerini kutlamayacağım anlamına gelmiyor. Elbette kutluyorum ve niyeyse çokta hüzünleniyorum. Burnumun direği sızlıyor derler ya, hah işte aynen öyle oluyorum. İnanın bahsederken bile, aynı duygu yoğunluğunu yaşıyorum. Ve şuan gözlerim dolu dolu yazdığım kelimeler cümlelere dönüşürken, görüntüler tüm detaylarıyla gözümün önünden bir o yana bir bu yana geçiyor..

13 Nisan 2016 – Unutur muyum? ASLA!!! Bu bana yaptığı ilk yorumun tarihi.
Bir kase muhallebiyle sevdiğini kandırma planları yapan, bende olanların bir eşinin de kendinde olduğunu söyleyen bu güzel insanın bana ilk gelişi..
Yorumlarıyla içimi ısıtan, yazdıklarıyla ruhuma dokunan, canımı yakan dizeleri ustalıkla sıralayan, yazarken kelimeleri özenle seçmeme neden olan, yaşadıklarına rağmen dimdik ayakta kalan, içinde sevgiler çoğaltan ve bunu bonkörce etrafına dağıtan… Herkeslerin pek sevdiği.. Ama benim için yeri çok ayrı olan, bana benzeyen, benim benzediğim, benden olan, benim olan, benim canım ECE ABLAM!

Sen beni bulduğunda kırgın, fazlasıyla güvensiz ve bir o kadar umutsuzdum. Bana yalnız olmadığımı hissettirdin, üzüntümü paylaştın, benimle toprakla ilgilenir gibi ilgilendin, ektin, baktın, suladın, sevdin, çok sevdin.. Canım acıdığında sanki sessiz çığlığımı duymuşcasına koşup geldin, yarama üfledin.. Sanki öptün de geçti gibi oldu. İyi geldin bana, iyi ki geldin…
Sırf bana gelmedin elbet..
Sırf ben sevmedim seni..
Ama bende bir başka sevdim seni.
Şimdi bu satırları yarın doğum günün olması münasebetiyle yazmış olsam da bir gün söylemek istediklerimdi yazdıklarım. Bil istedim.

Görmeden, duymadan, dokunmadan tamamen hissederek sevdiğim insan!
Sana ve sevdiklerine uzun, sağlıklı ve huzur dolu yıllar diliyorum.
Biliyorum çokça acılar yaşadın ama diliyorum ki başka acılar görmeyesin..
Gözlerin mutluluktan bile olsa yaşarmasın, yüzün hep gülsün.
Doğum günün kutlu olsun!

Acılarından öpeyim de geçsin,
Hadi gül, gülde iyileşsin.
Söyleyemediklerimi anlaman, yazmadıklarımı satır aralarından çıkarman ümidiyle,

Seni çok seven, Yağmur.

** Seni tanımama vesile olana minnettarım.. (Sanıyorum yine sevgilim vesile oldu. Dur ben onu bi öpeyim :) Hak etti :)) )

18 Ağustos 2016 Perşembe

SatırArasıMİM #1





Merhaba arkadaşlar,

Bugün düzenlediği ilk MİM’e nazik davetiyle beni buyur eden Emre Bektaş’ın sorularına verdiğim cevaplarla karşınızdayım.  Emre’ye bu güzel düşüncesinden ötürü teşekkür ederek, sorularını cevaplamaya başlıyorum.

1.  Nasıl blog yazmaya başladınız ?

Çocukken, söylediğim sözlerin havada uçuştuğunu görmüş, bir koşu evdekilere ‘ne gördüm, ne gördüm’ diye bu mucizevi olayı yetiştirmiştim. Anlamsızca yüzüme bakan ailem, saçmaladığımı düşünmüş olacak ki kendi aralarında hakkımda konuşmaya başlamışlardı. Ama öyleydi, ben görüyordum. Söylediğim her söz, karşımdakine ulaşmadan farklı yönlere savruluyordu. Benim gördüğümü onların göremediği ilk şey değildi bu. O yüzden bu yaklaşımlarına fazla takılmadım. Onun yerine gördüğüm şeyi tekrar görebilecek alanlar yarattım kendime..  

O zamanlar öğlen uykusu diye bir şey vardı. Öğlen uykusuna yatırıldığımda uyuyamaz, kendi kendime fısıltı halinde konuşur ve kelimelerin havaya savruluşunu izlerdim. Önceleri hoşuma giden bu görsel şölen, sonra sinirimi bozmaya başladı. Çünkü bunlar benim kelimelerimdi ve ben benim olan hiçbir şeyin savrulup gitmesine izin veremezdim. Buna bir çözüm yolu bulmalıydım ama ne??

YAZMAK!!!

Evet yazmak, kelimelerimi saklamanın tek yoluydu. Yazdıklarıma bakınca, nasıl yazdıysam öyle kaldıklarını fark ettim ki, bu tamda benim istediğim bir şeydi. Sonra deli gibi yazmaya başladım. Kağıtlara, duvara, misafirliğe gittiğimizde tuvalete girip gizlice tuvaletin su gideri borusunun yanına, dolabın içine, halının altına, aklınıza gelebilecek her yere ama her yere küçük notlar bırakmaya başladım. Bu adeta benim için bir oyun halini almıştı. Kimse detaylara dikkat etmediğinden minicik notlarımı bulamıyor ama benim o an, orada söylemek istediğim ne varsa olduğu gibi duruyordu… Aradan yıllar geçip, işe başladığımda yeni bir şeyler öğrenmenin hevesiyle farklı notlar almaya başladım. Ama içimde bir yerlerde beni bir iz bırakmaya yönelten yanım rahat durmuyordu. Bir gün, olduğum gibi olmam gerektiğine kanaat getirip, masalardan birinin altına bir yazı yazdım :) Aradan 14 yıl geçti hala da gören yok :) Neyse.. Bunu misafirlikte, iş görüşmesinde, yemekte, tatilde her yerde ama her yerde yapmaya devam ettim / ediyorum da.. :) Yani bir gün evinize misafir olursam, aklınıza gelmeyecek bir köşeye not yazmadan evinizi terk etmeyeceğimi bilin diye söylüyorum bunları. Sonra mı? Sonra aşık oldum. Olmak ama ne olmak.. Söylüyorum yetmiyor, yazıyorum olmuyor.. Kağıt – kalem ilişkimin fazlasıyla dikkat çektiği ve görenlerin ‘ne yazıyorsun, kime yazıyorsun?’ gibi sorularla beni bunalttığı bir vakit, bunun daha az dikkat çekecek yolunun blog açmak olduğuna kanaat getirdim. Yani blogu açmamın asıl nedeni, yazıya olan düşkünlüğümden ziyade sevdiğim adamdır... Ona olan aşkımdır, ona söylediğimde uçuşan kelimelerimdir, onu satırlarıma dökme, onu kendime saklama isteğimdir.


2. Blogunda daha önce yazmadığın bir tarzda yazacak olsan bu ne olurdu ?

Blogda yayınlamadığım için bilmezsiniz ancak, o kadar çok yazıyorum ki daha önce yazmadığım bir tarz sanıyorum kalmadı. Ama yayınlamak açısından düşünürsem yarım kalan hikayemi bloga aktarıp, tamamlamak isterdim.

3. Bloglarda okumayı en çok sevdiğin konular nelerdir ?

İçinde duygu barındıran her tür yazıyı okumaya değer bulurum. Hele ki kişi, bizzat kendinden yola çıkarak yazmışsa benim için ayrı bir anlam taşır. Bu nedenle, en çok kişinin gündelik yaşantısını, ruh durumunu, aklından geçirip söyleyemediklerini aktardığı yazılar ilgimi çekiyor.

4.Hayatta en çok yapmak istediğin üç şey nedir ?

Bu konuda sizlere karamsar ve sıkıcı gelebilirim. Çünkü yapmak istediğim hiçbir şey yok. Ama madem bu soru soruldu, soranın hatırına kendimi bir hayli zorlayarak bu soruya 3 cevap bulacağım. Hımm düşünelim bakalım yapmak istediğim 3 şey.. Buldum!!!

1. Anlatmak istediğim ancak anlatmadığım daha doğru bir ifadeyle anlatamadığım çok şey var. Bir gün bu içimde tuttuklarımı tüm dünyaya haykırmak isterim. Evet, evet bunu gerçekten çok isterim.
2. Bu aslında yapmak istediğim değil de olmasını istediğim bir şey. Mutlu olduğum o ender anların birinde ölmek istiyorum. Hiç olmadı sevdiklerimden önce ölebilmek hayattaki tek isteğim diyebilirim.
3. Bu isteğimi izninizle tamamen kendime saklamak istiyorum. Bir gün 1. Maddedeki isteğimi gerçekleştirebilirsem bunu da buradan haykırırım.


Sıkılmadan okuduğunuzu ümit ederek bitirirken, bir değişiklik yapıp MİM davetinde bulunacağım.

Tabikiiiii beni çok seven Zehra Ertuğru :),
Umarım Tigris benden önce davranmaz diyerek Acemi Demirci,
Ve cevaplarını merak ettiğim Cem Kazan, danışmadan bekleniyorsunuz :)

Hoşça kalın, sevgiyle kalın :)

16 Ağustos 2016 Salı

Hadi soyun! Çıkart üzerindekileri! Hadiii çıkart ne duruyorsun??

Önce gömleğini çıkar. Uğraşmasana düğmelerle.. Kopart at, bırak yırtılsın.. Giymeyeceksin nasıl olsa.. 
Acele et, soyun..
Dur! Dur! Yardım edeyim.
Geç otur şöyle..
Bakma öyle şaşkın şaşkın.
Ne sandın?
Elbiselerinden bahsetmiyorum elbette.
Üzerine aldıklarınla benim derdim.
Her sabah bir gömlek gibi üzerine giyindiğin kibrinden, egondan, hatır gönül bilmeyen, gittikçe insanlıktan uzaklaşan halinden bahsediyorum.
Çıkart bak nasıl da rahat edeceksin.

Vefayla başlayalım. Vefa nedir hatırlasana?
Hayır, hayır Eminönü – Fatih arasındaki semtten bahsetmiyorum. Ama istersen götürebilirim.
Ne diyorum ben? Kafamı karıştırıyorsun.
Unuttun değil mi?
Üzerine aldıklarına öyle sarıldın ki unuttun. Nelerin seni insan yaptığından öyle bihabersin ki..
Buraya nasıl geldiğini hatırlasana..
İlk geldiğin günü..
Şaşkın ve saf halini..
Çok güzeldin o gün.
Bilerek miydi böyle gelişin? Aceleyle mi çıkmıştın evden? Ondan mıydı maskeni takmayı unutuşun?
Yok ya sanmıyorum..
Saftın, güzeldin..
İçin üşümüş olacak üzerine bir tek samimiyetini almıştın, pekte yakışmıştı.
İçtendin..
Gözlerin velfecri okumuyordu.. Bakınca ancak kendini görebiliyordun. Suya bakmak gibiydi, aksimi görüyordum her baktığımda.
Ne oldu peki?
Kazancın artınca, istediğini elde edince yoksa güçlü olduğunu hissedince mi böylesi değiştin??
Şimdi sana acı gerçekleri söyleme zamanı, rahat ol, yaslan arkana. Sakin ol, sıkıntı yapmana gerek yok, neden terliyorsun?
Çıkar üzerindekileri demiştim sana.. Aç hadi birkaç düğmeyi, şaka yapmıyorum bu sefer. Açta ferahla..
Evet söylüyorum.
O sahip olduğunu düşündüğün şeyler var ya, işte sen onların hiçbirine sahip değilsin.
Ne gülüyorsun?
Evet sahip değilsin.
Tek bir an, ufacık bir nefes alışı, dikkat et bak, nefes alışı diyorum sadece, o nefesi vermeyi katmadım bile işin içine..
O kadar kısa bir andan bahsediyorum. Tüm bu sahip olduklarının elinden gitmesine sebep olabilir.
Hayır bu bir olasılık değil. Bu gerçekten de olası..
Bak nasılda boncuk boncuk terliyorsun..
Konuşmam bittiğinde yaşayacağının yada benim sözlerimin yarım kalarak hayata veda edebileceğimin farkında değil misin?
Otur oturduğun yerde, bu kapıdan çıkarsan döndüğünde beni bulacağının da bir garantisi yok çünkü..
At şu kibri / egoyu üzerinden, senden iyisi, güzeli, yakışıklısı, akıllısı, kazançlısı, unvanlısı daha, daha, dahası var.
Hem ne bu isminin önüne sıfat alma merakı?
Adın yetmiyor mu kimliğine? Kim olduğunun da ne önemi var? İnsan olmak yetmez mi kendini tanımlamaya??
Hem söylesene kazandıkların kaybettiklerini karşılamaya yetecek mi??
Çok şey kaybettin.  Açsana gözlerini. Bu sefer küçümsemek için değil, görmek için baksana!
Ufacık bir gülümsemenin sana neler kazandırdığını hatırla mesela.
Bana değil yanlış anlama, herhangi birine gülümsediğinde aldığın selamla içine dolan huzuru hatırlasana. Ne ara kestin selamı sabahı??
Hadi başa dönelim yeniden..
Nasıl geldin buraya? Nereden, nerelerden geldin?
Kim vesile oldu buraya gelişine??
Ne o işine gelmedi mi hatırlamak?
Bu gerçeği yok sayamazsın!!!
Biraz minnetin ne zararı olur? Minnet peşi sıra vefayı getir.. Vefalı insan iyidir, zarar gelmez ondan.
Hataların var kabul et. Büyük hatalar yaptın.
Özür dilemekle başla. Bir özürle dil aşınmaz.. Telafi etmek için çabala, pes etme, sabırlı ol.
Yüzüne taktığın yalancı maskeni de çıkar. O yalanların değil mi karşındakinin hayatını başına yıkan??  Bırak yalanı dolanı, dürüst ol.

Düşmesin omuzların, kaldır başını, bak bana!

Hadi soyun,

Soyun da gel yanıma!

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Takip Sorunsalı..

Sevgili arkadaşlar,

Bugün sizleri kafamdaki bir sorudan yola çıkarak, biraz geçmişe, biraz bugüne, oradan da yazımın başlığı olan soruna götürerek, başınızı döndürüp, kusturmak niyetinde değilim elbette :) Amacım; aklımdaki soruya sizlerin cevabıyla netlik kazandırmak yadaaa yeni başlayanlara bir sır vermek.  Tamam tamam uzatmadan başlıyorum.

Sizlerin beni tanıması aylar öncesine dayanmasına rağmen blogumu 2013 yılında sevgilime yazdığım yazıları yayınlamak amacıyla açmıştım. Sonrasında nasıl olduysa bir anda bir topluluk daveti aldım ve kendimi geniş bir topluluğun, birbirinden değerli insanların yani sizlerin arasında buldum.  Kısacık zamanda yıllardır tanıyormuş hissine kapıldıklarım, canının sıkıntısı/hastalığı geçti mi diye merak ettiklerim, beni kendine yakın görenler tarafından merak edildiğim, moralim bozuk olduğu için destek veren takipçilerim, mutluluğuma ortak olan, sevincimi paylaşan çok güzel arkadaşlarım oldu. Hepinize kocaman bir teşekkürü borç bilirim. Borcu da hiç sevmediğim için peşin peşin teşekkür ederim :)

Kendi kendime yazarken - ki yazmak gerçekten benim için bir tutku ve ben yazmadan nasıl yaşanır bilmiyorum – birilerinin beni okuyacağını, bir de üzerine yorum yapacağını hiç düşünmemiştim. Düşünmememin sebebi de hiçbir topluluğa dahil olmayışım ve takiplere kapalı oluşumdu. Yaşadığım bu tesadüfi davet sonrasında sizleri tanıdıkça, sizlerden yorum aldıkça; yazdıklarımın okunarak, eleştirilmesinin de ayrı bir tadı olduğunu anladım. Çevresinde bir elin parmağını geçmeyecek kadar az insan olan biri yani benim için bu, kendi yalnızlığımın içerisinden çıkıp, (biraz abartı olacak ama) dünyaya açılmak gibi bir şeydi. Tamamen hesapsızca, aklıma geldiğince yazdığım yazılar blogumda yerini alırken, ilgi alanıma giren, kendime yakın bulduğum, okumaktan keyif aldığım kişileri takip etmeye, onlardan fikirler almaya, fikrim varsa yorumlarımda paylaşmaya başladım. Ve zaman geçtikçe blog alemindeki kişilerin, günlük hayatta karşılaştığım(ız) insanlara oranla daha nazik, daha düşünceli, daha insancıl, doğayı koruyan, hayvanı seven ne bileyim işte daha daha daha (yazar burada kelime bulamadı) olduklarına kanaat getirdim. Neticede yazan insan çokta kötü olamıyordu, belki de ondan bu blogdakilerin ‘daha’ olması durumu.. Fakat yine zaman geçtikçe fark ettiğim bir şey oldu. Buda yazımın başlığını alan soru yani ‘takip sorunsalı’ hakkında düşünmeye itti beni.

Gerçekten yazmaya gönül vermiş, duygularını bu yolla aktaran insanların haricinde de birileri vardı. Bu kişiler ‘sizi takibe aldım, sizde beni takip edin’ yazıp gidiyordu. Çok fazla takılmamakla birlikte bu kişileri takibe alıp, iadeyi ziyaret yapıyordum. Sonra şunu fark ettim. Kişiler kendini eklettikten sonra takipten ayrılıyorlardı. Sanıyorum buradaki amaç, ‘bak ben kimseyi takip etmiyorum ama yüzlerce de takipçim var’ düşüncesini karşı tarafın zihninde uyandırmaktı. Ha yapıyor da eline bir şey geçiyor mu? Elbette hayır. Diyeceksiniz ki buna mı takıldın. Aslında takılmadım ama bilmediğim içinde merak ediyorum, buradaki gerçek amaç nedir diye? Çünkü bu kendini ekletip, takipten çıkan, yorum atmayıp ille de yorum gelsin diye bekleyen, gelmeyince sitem yazısı yayınlayan insanların neden burada olduklarını ve olmak için ısrarcı olduklarını anlayamıyorum. Bunu anlayan biri varsa bu konuda aydınlanmayı gerçekten çok istiyorum. Asıl cevap bekleyen sorum da bu.

Son olarak bu kişilere vereceğim sıra gelecek olursam, ‘bu hayatta hiçbir şey karşılı olmuyor’ bunu öncelikle anlamanız gerekir. Yani, sen beni seversin de, ben seni sevmeyebilirim, sen benim ilgimi çekersin de ben senin ilgi alanına dahil olmayabilirim, sen yazdıklarımı okumaya değer bulmazsın da bir başkası bana bayılır gibi, gibi.. Hal böyle olunca, bir şey üretmeden, iki kelimeyi yan yana getirip yazmadan, sadece sayfa açıp hiçbir şey paylaşmadan takipçi sayısına takmış olman ciddi bir sağlık sorunun olduğunu düşündürüyor. Oysa facebook gibi (adı batsın) bir mecrada bu işlerin gideri var. Oraya gidip, ekleyip çıkarabilir, takip edip, bırakabilirsin. Bu zahmete girmek niye? Eğer bunu yapıyorsan ve nedeni konusunda bizleri aydınlatmak isteyecek kadar dürüst olabileceksen (yürek yiyip gelmekte serbest) senin de yorumuna açık bu soru. Gel ve anlat bize, ne yersiiin, ne içersiiiin, bu kafaya nasıl geldiiin? Hadi gel lafını sok sonra engelleyip gitmekte serbest.

Hoşça kalın, mutlu kalın..

** Bu yazı durup dururken yazılmamıştır. 

9 Ağustos 2016 Salı

Yazıyooor, yazıyooooor!


Duyduk, duymadık demeyiiiiin Acemidemirci'nin hayatını kurtardığı çekirge beni ziyarete geldiiiii..

Evet yanlış duymadınız. Geçen gün camına çarparak ufak bir kaza geçiren ve Acemidemirci'nin bileklerini kolonya ile ovup, kesme şeker vererek kendine gelmesine yardımcı olduğu çekirgeyi buldum ve sizin için görüntüledim. Bakıııın..




Nasıl ama maşallahı var değil mi? Naapsın sıcaklardan bayılmış zavallıcık. Şaka bir yana sabah görür görmez aklıma elbetteki Acemidemirci gelince hemen fotoğrafını çekiverdim. Buda benden küçük bir hediye olsun ona :)

Veeee duyanların inanamayacağı bir şey yaptım. Sakin olun, söylüyorum. Film izledim arkadaşlar. Biliyorum gözleri yaşaranlar var aranızda ama yaptım bunu. Malum uzundur kitap okuma ve film izleme teşebbüslerim hep hüsranla sonuçlanmıştı. Ama azmim sayesinde başardım.

Filmin adı: Hayalet  Dayı

Ahanda bu film..


Böyle katıla katıla güldürmese de, fena sayılmaz. Ben özellikle filmin başlarını sevdim. Biliyorum izlemeyi beceremediğim gibi anlatmasında da başarılı değilim. O yüzden hemen konuya geliyorum.
Uzun uğraşlar sonucu bütçelerine uygun ev bulan 2 arkadaşın, taşındıkları evde karşılaştıkları hayalet ve hayaletin orada olma sebebine bağlı olarak yaşadıkları komik serüvenleri anlatıyor. Tavsiye eder miyim? Valla siz bilirsiniz. Paşa gönlünüz nasıl isterse öyle yapın. Ama bakın yanlış anlaşılmasın kötü demiyorum. Neticede herkesin mizah anlayışı farklı, ben de güldüm ama yer yer.. İsterdim ki gülmekten öleyim ama öyle olmadı.

Neyse bu iki haberle sizleri bir hayli şaşırttım ve sarstım. O yüzden şaşırmayacağınız bir bilgi vererek bugünkü yazımı sonlandıracağım. Doğrudur hala kitap okuyamıyorum. Tavsiye üzerine aldığım 'Kendini Arayan İnsan - Rollo May' her akşam okumayı denediğim ama ilk 10 sayfayı 100 kere okumama rağmen elimden baş ucuma bıraktığım kitaplar arasında. Sadece o değil bir çok kitapta her akşam okuma denemelerime dahil oluyor. Niye sadece bu kitabın adını verdim? Çünkü içlerinden birini suçlamam gerekiyordu ve onu seçtim.

Bir dahaki inanılmaz haberler paylaşımıma kadar hoşça kalın :)

8 Ağustos 2016 Pazartesi

#BloggerLife2 MİM


İyi haftalar arkadaşlar!

Sevgili Duygu Karakaş’ın beni mimlemesi üzerine ikinci mimime hemen cevap vermek istiyorum. 
Hadi buyurun bakalım neler sormuşlar, ne cevaplar vermişim J

1-Blogger denilince aklınıza gelen üç şey nedir?

Blogger denilince aklıma gökyüzü – bulut ve yağmur geliyor.. ‘Ne alaka?’ dediğinizi duyar gibiyim. Benim zihnimde şöyle bir alakası var, öncelikle bu üç kelime benim için ‘özgürlük ve rahatlamayı’ ifade ediyor. Blog alemini ucu bucağı olmayan bir gökyüzü gibi düşünün, bloggerları da  bazen birleşerek, bazen yan yana, bazen de ayrı yönlere savrulan bulutlar olarak hayal edin. Düşüncelerimiz, yaptıklarımız, paylaştıklarımız da yağmur olsun.. Nasıl ki her yağmur ardından bir ferahlama getirir, bizlerde paylaştıkça rahatlayan, özgürleşen insanlarız. Ve ne mutlu ki yorumlarımızla birbirimizi destekliyor, şu koca dünyada yalnız olmadığımızı birbirimize hissettirebiliyoruz.


2- Her temadan (kişisel,gezi,kozmetik,kitap vs)yazılarını en çok beğendiğiniz okumaktan bıkmadığınız bloglardan örnek verin desem?


Takip ettiğim pek çok blog var. Herkesin üslubu, anlatımı, bende uyandırdığı duygu bambaşka. Dolayısıyla bir seçim yapmam mümkün değil, zaten sevdiklerimi ve beğendiklerimi takip ediyorum.


3- Yeni blog yazmaya başlayan arkadaşlara verebileceğin öneriler nelerdir?

Yeni blog yazanlara, kendilerini kasmadan, ‘o ne der, bu nasıl yorum yapar, acaba beni yargılarlar mı bu düşüncemden dolayı?’ diye düşünmeden sadece yazmalarını öneririm. Buna ilaveten beklenti içerisine girmemeleri, acele etmemeleri ve sabırlı olmaları çok önemli. Neticede burası özgür bir platform. Ben onu takip ettim, o benim sayfama uğramadı. Bende hemen takipten çıkayım düşüncesiyle hareket etmesinler. Herkesin farklı ilgi alanları olabileceği düşüncesini akıllarında tutmalarında fayda var. Elbette ki herkes yazdıklarının okunmasını, beğenilmesini, yorumlarla süslenmesi ister ama buna şartlanarak ta yazmamak gerekir. Yazmak, bireysel olarak yapılabilen dünyanın en güzel eylemi. Seven herkes yazmalı, sadece yazmak için bile yazılmalı..


4-Hangi ülkede yaşamak isterdin? yada En çok gitmek istediğin mekanları yazabilir misin?


Hımm bu gerçekten zor bir soru benim için. Kendimi hiçbir zaman bir yere ait hissetmediğim gibi, olmak istediğim bir ülke seçip kendimi sınırlamadım da.. Ülke kavramına da karşıyım ayrıca J (İçimdeki çarşı yine ayaklanacak bu soruyla J) Sınırları sevmiyorum, ülke sınırları da bunun başında geliyor. Eğer sınırlar gerekli olsaydı, Yaradan sınırları çizerek, duvarları örerek dünyayı yaratırdı. Hayalim, sınırsız, isimsiz bir dünya. Dünyadan bulunduğum noktaya dönecek olursam, bir dağ köyünde (ama sevgilim de olacak, o olmadan olmaz J) yaşamak isterdim.


Umarım keyifle okumuşsunuzdur. Mim’e dahil olmak isteyen herkes davetlidir.

Hepinize güzel bir hafta diliyor ve kocaman sevgilerimi gönderiyorum..


5 Ağustos 2016 Cuma

Sadece sevemez misin?

Hastalandığım ve işe gidemediğim süreçte bolca televizyon izledim. O kanal senin, bu kanal benim gezerken farklı kanalların, farklı programlarında işlenen aynı konulara denk gelince, televizyon izlemek istiyorsam birinden birini seçmem gerektiğine karar verip, başladım izlemeye. Dediğim gibi programların konuları aynı, başarı öyküsü olan kadınlar konuk alınmış. ‘Hayırdır inşallah ne yapmış ki bu kadınlar?’ derken, şunu öğrendim. Bu kadınlar eşleri tarafından aldatılmış, şiddet görmüş, bir şekilde ayrılıp hayatın akışı içerisinde kendilerine yer edinmişler. ‘Başarı = Erkeğin hor gördüğü yönde gelişmeye verilen ad’ olarak nitelendirilmiş, ne acı.
Kadın şişman olduğu için, kocası ‘çirkinsin, seni sevmiyorum, seni aldattım v.b.’ diyerek kadına hayatı dar etmiş. (Hoş kadın zeki, güzel, anlayışlı da olsa bunu yapanlar var maalesef.) Bahse konu kadında adamı terk etmiş, ameliyat olmuş, zayıflamış, işe girmiş kısacası kendine yeni bir hayat kurmuş.. Alkışlar alkışlar..
Diğer kadın kansere yakalandığı için kocası tarafından terk edilmiş. (Gerçi bunu da yapan ünlü erkekler biliyoruz. Bir dönem çok izlemişliğimiz var haberlerde..) Bu kadında hastalığı yeniyor ve yeni bir hayata başlıyor falan filan.. Bu ve buna benzer pek çok hikaye izledim. Hepsi alkışlarla sona erdi. İzlerken şunu gördüm. Erkeğin vazgeçmek adına hep bir bahanesi vardı. Üstelik kendince bunu haklı nedenlere bağlamıştı..
Güzelliğin, sağlığın, paranın gelip geçici değerler olduğu şu hayatta, insanları unvanına, parasına, güzelliğine, vücudunun yapısına yada bambaşka bir şeye göre hayatına dahil eden insanların asıl sorunu ego. Oysa sadece sevebiliriz. Eskilerin bir lafı vardır ‘güvenme güzelliğine bir sivilce yeter, güvenme servetine bir kıvılcım yeter’ diye.. Bizim olduğunu sandığımız şeyleri kaybetmemiz an meselesidir. Gece yatar sabah kalkamayabiliriz, işten çıkıp eve gitmeyi planlarken kaza geçirip bir anda sakat kalabiliriz, zenginsek iflas edebiliriz, kilo alıp eski formumuzu kaybedebiliriz her şey ama her şey olabilir hem de şuan.. Tüm bu ihtimallerin başımıza gelebileceği gerçeğini aklımızın bir köşesinde tuttuğumuz sürece sevdiklerimizi sınıflandırmaksızın sevebiliriz. Zaten severken neyin önemi var ki sadece sevemez miyiz?


4 Ağustos 2016 Perşembe

KAÇ!!!! Mutluluk geliyor!!!




‘Ne o mutlu olmadın mı? diye sormuştum.
‘Valla mutlu olmayı sevmiyorum. Öyle bir felsefem yok’ demiş, bunu derken de yüzünü ekşitmişti. Gülmekten yerlere yatmıştım bu haline.
Aklıma geldikçe güldüğüm bu durumu düşünüyorum birkaç gündür. Gerek mutluyken yazdığım yazılara aldığım yorumlar, gerekse okunma sayısını göz önünde bulundurduğumda milletçe mutluluğu nasılda es geçip, mutsuzluğa körü körüne bağlandığımızı daha iyi görebiliyorum. Aslında bu bir tercih, bir yaşam şekli, yukarıdaki kısa konuşmada karşı tarafın dediği gibi bir felsefe..
Yıllar evvel bir virüs gibi kanıma giren ‘mutsuzluk’ illeti, beraberinde melankolik yazılar yazmama, bu tarzda yazılan yazıları okuyup, takip etmeme, hep kötüyü görüp, iyiyi es geçmeme neden olmuştu. Belki de kendimden kötü durumda olan, buhran içerisindeki insanları seçip bularak, o anki ruh durumumu daha bir katlanılır kılmaya çalışıyordum. Oysa iyiye güzele yoğunlaşarak daha kolay atlatabilirdim bu durumu. Gerçi denemedim, bilmiyorum. O yüzden şuan yapmadığım, denemediğim her yol bir rivayet gibi satırlarda yerini alıyor. Ama şu da bir gerçek ki sevmiyoruz mutluluğu.. Belki de o kadar mutsuzuz ki ancak başkasının mutsuzluğuna tutunursak, ‘beterin beteri vardır’ diyebileceğimiz durumlarla karşılaşırsak işin içinden çıkarız diye düşünüyoruz.
Peki mutluluk nedir? Yenen bir şey midir?
Bence mutluluk ‘düşünmediğin an’dır. Düşünmemekten kastım kaba bir tabirle mala bağlamak değil elbette. Anı yaşarken, olanların üzerinde haddinden fazla düşünüp mana çıkaracak vakti oluşturmamaktır. ‘Çok fazla şaapmamak lazım’ lafını fazlaca hayata dahil edebilmektir. Mutsuzken yazdığım satırlara oranla pekte fazla rağbet görmeyen, mutluluğumu yazdığım satırlarda da dediğim gibi, mutluyken yazacak bir şey bulamıyorum aslında. Ama yine de bunu denemek istediğimi de belirtmiştim. İşte bu yazı o denemelerden biri olacak yayınladığımda.. Şimdi size ben şöyle yaptım da oldu diyebileceğim bir metot yok. Bir sabah kalktım ve salak gibi güldüğümü fark ettim o kadar J AAA 1 dakika.. Bir gece önce yaptığım ve beni acayip rahatlatan şey mi acaba böyle mutlu etti beniiii… Ne mi yaptım? Şimdi arkadaşlar uzundur fazlalıklarımdan kurtulmaya çalışıyordum. Fazla kilolarımdan kurtulmuştum, fazla insanda yoktu çevremde ama fazla hatta çok fazla eşyam vardı. İşte ben o gece, gece yarısına kadar giymediğim ne varsa çıkarttım. Dağ gibi torbalar odanın köşesinde yer aldıkça ve torbaya her eşya ekleyişimde acayip bir rahatlama oldu. Şu bir gerçek ki, fazlalıklar insanı gerçekten yoruyor. Yormakla kalmıyor depresyona bile sokuyor. Neyse bu fazlalıklardan kurtulmayla ilgili olarak ayrıca bir yazı yazacağım. Zira daha tam anlamıyla bitirebilmiş değilim. Ama yaptığım kadarı bile rahatlamama büyük fayda sağladı. İsterseniz bir deneyin belki aynı faydayı sizde elde edersiniz..
Yada tüm yazdıklarımı boşverip kaçın mutluluktan, soran olursa sevmiyorum mutluluğu dersiniz..

Ben size kocaman bir gülümseme gönderiyorum, dileyenler önceki yazılarımdaki gözyaşlarımla beslenebilir..  

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Holaaa!!

Güzel başlayan bir hafta aynı enerjiyle yoğun bir şekilde devam ederken, sizlere bir gözükeyim istedim J

Aklımda yazmayı planladığım yazılar var ancak şuan bunları yazacak kadar vakit maalesef yok. İnsan mutsuzken yazacak şey ve zaman buluyor da mutluyken nedense kendine mi saklıyor acaba? Gerçi mutluyken anı bölmek istemeyen biriyim ben. Belki de bu yüzden o fırsatı yaratmıyorum. Neyse ben hala 20 yaşındayım merak edenlere duyurulur.. Sallana sallana işimi yaparken salak gibi gülüyor olmam da cabası J O halde hadi bana katılın.. Açın sesi ... Hadiii...




1 Ağustos 2016 Pazartesi

İçime 20 yaşım kaçtı..

Uzun bir aradan sonra merhaba!

Son cümlemle, merhabam arasında 1 darbe teşebbüsü (!), 1 engelleme (!), bolca ölüm, kutlamalara doyulamayan demokrasi (!) gösterileri, deniz içerikli bir tatil, hastalık, ilaçlar – serumlar, sonrasında da işler güçler oldu da bitti..
Tüm bunlar olurken kafamda başlıklarını atıp yazmak üzere karar verdiğim ancak bir türlü başlayamadığım yazılar geldi geçti aklımdan.. Fırsat buldukça bloglarınızı okudum zaman zaman yorum yaptım ama çoğunlukla sessiz kaldım. Bundan yıllar evvel ablam ‘mutsuzluk bulaşıcı ve çok tehlikeli bir hastalıktır’ demişti. Bir kere yakalandın mı bu illete geçmiyordu, üstelik grip gibi, nezle gibi kolaylıkla da bulaşabiliyordu insandan insana. Bağışıklık sistemi çökmüş biri olarak kolaylıkla yakalandığım bu hastalığı uzun süre taşıdım bünyemde. Belki birilerine yeterince bulaştırıp, mikrobu dağıtabilseydim kolaylıkla atlatabilecektim ama öyle olmadı. Bu hastalıklı durumun en sevdiği şey vesvese, kusur bulmak, mutsuz olunacak detayları çekip çıkarmak sonra balon şişirir gibi şişirip kocaman bir hale getirmek… Sanırım ben o balonu baya bir şişirmişim ki patlayıverdi..
Veee ta taaaa taaa güzel uyandım güne.. Üstelik 6’da.. Erkenden çıkıp işe geldim. Sevgilimi aradım ki bu enerjiden o da nasiplensin diye.. Lakin uyuyarak kahvaltı ettiğini söyleyen sevgilim, beklediğimin aksine aynı enerjiyle karşılamadı beni. Normal şartlar altında tüm keyfimi alıp götürebilecek bu tavrını umursamadım. Gülerek bilgisayarımın başına geçtim, maillerime baktım. Birkaç işimi erken kalkan yol alır düşüncesiyle yaptım. Suratsız gelen çalışma arkadaşlarıma gülerek ‘günaydın’ dediysem de yine istediğim karşılığı alamadım. Cevap vermedikleri gibi asık suratlarıyla yerlerini aldılar. Yine umursamadım. Bloglara kısa bir bakış atarken melankoli içerikli tüm yayınları es geçtim. Normalde kitlenip okuyacağım kötücül yazılar bir anlam ifade etmedi. İçimden dışarı taşan enerjiyle başladım yazmaya. Böyle enerji böyle mutluluk bulunmaz diyen yanımı, ‘hiçte bile artık hep böyle olacaksın, balon patladı bitti’ diyerek bastırdı diğer yanım...

20 yaşımda nasılsam aynı öyleyim şuan.. O kadar mutlu, o kadar enerjili.. Kulaklıklar kulağımda son ses seksenlere uzanıyorum…Yerimde duramıyorum. Dünya yansa bir kalbur samanım yanmaz o derece tasadan uzağım. Hadi biraz müzik dinleyelim. 80’lerin iyi gelmeyeceği bünye yoktur bence aramızda.. Hadiiii sesi azıcık açın, ufaktan sallanın bir o yana bu yana iyi gelecek hepimize J Güzel bir hafta başladı, daha da güzel olacak..