28 Haziran 2016 Salı

AYTÜL ÖRCÜN’ün tatlı MİM’i

İlk mim yazım konusu itibariyle pek güzel. 

‘Çocukken sevdiğimiz hikayeler ve masallar’…

Masal diyince aklıma, dedemin koca elleriyle beni kollarımdan tutup kucağına oturturken ‘gel bakalım, sana kurdun hikayesini anlatayım’ demesi gelir.
Üzerinde kahverengi hırkası, içinde beyaz gömleği, ışıl ışıl gözleriyle bana bakıp ‘eee başlayalım mı?’ derdi. Ben de ‘evet, evet, evet’ diye heyecanlanırdım.
Veee masal başlardı..

Kurt bir akşam acıkmıştı, dağlarda ava çıkmıştı.
Bakınırken sağa sola, geldi en işlek bir yola.
Dedi ‘bu yer güzel bir yer, bir kısmetim varsa eğer ayağıma gelir kendi’..
Seçtiği yeri beğendi.
Geçti öyle hayli zaman, bir katır çıktı uzaktan..
Titretti sevinç kurdu, çıktı yol üstünde durdu.
Katır dedi: Kurt arkadaş, öyle uzak durma yanaş.. Bilirim ne diyeceksin, açsın beni yiyeceksin. Ye afiyet olsun ama bak bir şey geldi aklıma.
Etim pek tatlı bir ettir ama kemiklerim serttir. Getireyim sana bir satır, kemiğimi onunla kır..
Kurt aldandı bu teklife..
Getireyim diye satır, kurdu aldattı, kaçtı katır.
Geçti hayli zaman, bir at göründü uzaktan. Kişneyerek şahlanıyor, dağı kimsesiz sanıyor..
Titretti bir sevinç kurdu, çıktı yol üstünde durdu.
At dedi ki; Kurt arkadaş öyle uzak durma yanaş.. Bilirim ne diyeceksin, açsın beni yiyeceksin. Ye afiyet olsun ama bak bir şey geldi aklıma.
Bilmiyorsun ne cinstenim, öğren aslım nedir benim. Getireyim beratımı bildiğin Arap atı mı yoksa huysuz bir beygir mi? Bilinmeyen şey yenir mi?
Kurt aldandı bu teklife..
Getireyim diye berat, kurdu aldatıp gitti at.
Geçti yine hayli zaman, bir koyun çıktı uzaktan.
Titrek sesiyle meliyor, güle oynaya geliyor.
Titretti bir sevinç kurdu, çıktı yol üstünde durdu.
Koyun dedi: Kurt arkadaş öyle uzak durma yanaş.. Bilirim ne diyeceksin, açsın beni yiyeceksin. Ye afiyet olsun ama bak bir şey geldi aklıma.
Ne oyunlar bilirim ben, bir kere gör de neşelen. Eski sevincin azalmış, belli gönlün dalmış bir kederli düşünceye, yiyeceksen neşeyle ye..
Kurt aldandı bu oyunda, kaçıp kurtuldu koyunda.
Artık sular kararmıştı, gece etrafı sarmıştı.
Tenha sessiz bütün yollar, ne gelen vaaar, ne giden var..
Zavallı kurdun karnı aç, bir lokmaya bile muhtaç..
Akıtıyor gözyaşını, artık akılsız başını keskin taşlara vuruyor, şöyle seslenip duruyor..
Bulmuştun bir ala katır, ye düşünme gönül hatır..
Nene lazım senin satır..
Kasap mıydın hey sersem?
Sana layıktır gebersen..
Bulmuştun bir semiz at, ye etini sırt üstü yat.
Nene lazım senin berat..
Kadı mısın hey sersem?
Sana layıktır gebersen..
Bulmuştun bir ala koyun, ye de uzan yüzükoyun..
Nene lazım senin oyun..
Köçek misin hey sersem?
Sana layıktır gebersen..
Kurt zavallı bütün gece, inleyip durdu delice..
Gün doğarken işi bitti, açlığından ölüp gittiiii.. diyerek masalın bittiği an, dedemin hırkasının altından içine girer adeta ortadan kaybolur, ‘bi daha, bi daha anlat nooolur dede’ diye tuttururdum..
Ve masal yeniden başlardı…
Hiç bitmesini istemediğim bu masal haricinde defalarca dinlemekten bıkmadığım bir de ‘Üç Ayıcık’ masalı vardı..
Masalda anne, baba ve çocuk ayının kelebek avına gittikleri bir gün, ormanda kaybolan küçük kızın onların evinde yaşadıkları anlatılırdı. Masalın sonunda çocuk ayıyla küçük kızın arkadaş olmasına özenir, bir gün biz evde yokken eve gelecek ayının hayalini kurardım. Hatta o dönem Yumoş reklamında makineden ayının çıktığını görmüş pek heyecanlanmıştım. Annemden Yumoş almasını istemiş, makinenin karşısında saatlerce bir umut ayının çıkmasını beklemiştim. Hala da makine çalışırken arada bir eğilip bakarım :)

Velhasılıkelam güzel zamanlardı.. iki masal arası türlü dünyalar yaratırdım hayalimde. 
Heeey gidi heey..

Beni mimleyerek çocukluğuma, dedeme ve masallarıma götüren güzel insana, Aytül Örcün’e çok teşekkür ederim.

Sevgilerimle…




24 Haziran 2016 Cuma

Sevgilim 13 yaşına giriyor..

Isaac Newton kütle çekim yasasını buldu..
Nicola Tesla elektriğin kablosuz taşınabilir olduğunu,
Kristof Kolomb Amerika’yı keşfetti..
Peki ya ben?
Bende doğum gününü icat ettim.
Tam tamına 13 yıl önceydi..
Telefon açmış doğum gününü kutlamıştım.
Susup kalmıştın..
Telefon kapandı sanmış, bir kaç kez 'alo, aloooo' deme ihtiyacı duymuştum.
İlk sözün 'nereden biliyorsun' olmuştu. Sonra 'ben bile unutmuştum, ilk kez biri doğum günümü kutluyor' demiştin. Yine bir sessizlik olmuş, ben iyi dileklerimi iletmiştim.
Sende 'çok şaşırttın beni, çok mutlu ettin teşekkür ederim, çok teşekkür ederim' demiştin.
İşte o gün doğum gününü icat ettim ben..
Sonra dedim ki bu icat bu şekilde olmayacak bunu biraz geliştirmeliyim. Amacım ‘mutlu olan seni, çok ama çok mutlu etmekti’..
Bunun için bulduğum yol gerçekten akıllıcaydı (yani o zaman öyle sanıyordum).. ‘bugün ……….. doğum günü, kutlayın olur mu?’ diye hatırlatmalarım işe yaramıştı..
Ama bir şeyi atlamışım, senin bunu anlayacağını.. Bana ‘sen söyledin onlara değil mi?’ diye sorduğunda, ‘yooo ne alakası var’ desem de, sen benim söylediğimi anlamıştın.
Bu küçük ama önemli detayı atlamış olmayı kendime yediremeyince başka bir yol denemeye karar verdim. Seni daha da şaşırtacak, daha da mutlu edecek başka bir yol....
Sabırla bir sonraki yılı bekledim. Ve o gün birinden yardım istedim. Benim ulaşamayacağım kişileri yani arkadaşlarını bir bahane ile arayıp kutlamalarını isteyecekti. Öyle de oldu. Gerçekten şaşırmıştın bu sefer..
Seni mutlu görmek ne güzeldi…
Bir mucidin icadını insanlığa sunması gibi bir şeydi bu.. Durmaksızın yaptığım hatırlatmalar sonuç vermiş artık herkes bilir olmuştu..
Hatta öyle ki bana hatırlatmaya kalkanlar bile oldu.. Ben bu durumu Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfetmesine benzetiyorum. Kolomb Amerika’yı keşfetti sonra Vespuci çıktı dedi ki ‘burası yeni bir kıtadır, bunu ben kanıtlıyorum’.. Ya adam keşfetmiş işte sen daha neyi kanıtlıyorsun…
Sonraları çok düşündüm. ‘Kimsenin akıl edemediğini neden ben düşündüm?’ diye..
Cevap aslında çokta karmaşık değildi.. Sevmiştim seni..
Bunu ilk benim akıl etmiş olmam beni de şaşırtmıştı.. Demek ne çok sevmiştim ki kimsenin düşünemediğini ben düşünebilmiştim.
Yok canıııımmm o kadar da sevmiyorumdur diye epey bir süre kendimi kandırdım. Tamam seviyordum da mana çıkarmanın alemi yoktu.
O gün çıkaramadığım manayı 5 yıl önce sevgili olduğumuzda çıkarmıştım. Sonra baş başa kutladığımız doğum günlerin oldu, ‘elbette o gün beraber olacağız, başka kimle kutlayacağım’ diyerek beni dünyanın en mutlu insanı yaptığın doğum günlerin.. sonra başka programlar nedeniyle o güne denk getiremediklerimiz, öncesinde kutladıklarımız.. 
Şimdi düşünüyorum da bana özel olan bir şeyi nasılda özel olmaktan çıkarmışım. Kendimi bu anlamda Kristof Kolomb gibi hissediyorum.. eğer o da keşfini kendine saklasaydı Vespuci çıkıp bir kanıtlamada bulunamazdı. Bende kendime saklamalıydım seni, bir ben kutlamalıydım.. Neyse herkes bir Vespuci olabilir ama kimse bir Kristof Kolomb olamaz..
Artık bana özel olmasa da yine de özel bir gün bugün…
Çünkü SEN doğdun..
Benim canım,
Biricik sevgilim.. madem bu yılda doğum gününde birlikte olamayacağız,
O halde istedim ki ilk benden olsun, farklı bir anlamı olsun..
Bu dünyada en çok sevdiğim…
Şimdi madem bu kadar anlattım durdum tüm bunları elbet bir yere bağlayacağım. Nereye mi?
Elbette SANA..
Senin doğum günün ama dilekleri ben dileyeceğim..

Sana çok uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum ama benimle :)
Sonraaa çok keyifli ve mutlu olmanı diliyorum ama benimle..
Dünyada en mutlu insan sen ol, ama benimle :)
Hep benimle ol, hep birlikte :)
Tıpkı Hıdırellez'de suya attığın dileğin gibi..

Demek istediğim çok şey var ama ben hepsini tek bir duaya sığdırıyorum sevdiğim..

Dilerim ömrüm ömrün olsun, çok yaşa var ol...

İyi ki doğdun, iyi ki hayatımdasın, hayatımsın, canımsın..

Doğum günün kutlu olsun, SENİ ÇOK AMA ÇOOOOOOOK SEVİYORUM! 

13. Yaşın kutlu vede mutlu olsun!



9 Haziran 2016 Perşembe

.......

Saat 08:05 Karacaahmet mezarlığının tam ortasında, ölmüş yüzlerce insanın tam ortasında durmuş ağlıyorum. Hemde utanmadan, hiç utanmadan kendim için Allah'a yalvarıyorum. Onca ölmüş insanın ruhunu huzursuz edip, bağıra bağıra ağlıyorum. 
Sırf kendim için, sırf gidecek başka yer bulamadığım için, bu halimle iki adım atıp dedemin mezarına ulaşacak takati ve yüzü bulamadığım için tam ortada durmuş deli gibi ağlıyorum.

Tanımadığım birinin, üzerinde 'ben buradayım evlatlarım' yazan mezar taşına sarılıp deli gibi ağlıyorum....

8 Haziran 2016 Çarşamba

Ben biiir yaaalan uy-dur-dum. Duma duma dum!!

Hava güzel, kuşlar uçuyor..
Çiçekler mis gibi..
İstanbul’un havası da ayrı güzel bu mevsimde..
Başını kaldırdın mı yüksek bina göremezsin, alabildiğine gökyüzü..
Hele parklar, bahçeler ne de güzel.
Üstelik Ramazan ya, insanlar daha sakin, daha saygılı. Hiiiç sinirli değiller. Özellikle trafikte insanlar birbirlerine yol vermekten yol alınmaz oldu. O derece saygı, o derece sevgi hakim.
Oturmuş bir şehir olduğundan öyle inşaat falan da olmaz buralarda. Tek bir kamyon bulunmaz, toz toprak hiiiç olmaz.
Her yer çok güvenli, gönül rahatlığıyla gez toz. Hatta kadınlar ve çocuklar için öylesi güzel ki bu şehir hava kararınca mutlaka sokağa çıkılmalı, rahat edilir.
Hele ki iş hayatı mükemmel. Herkes birbirine yardımcı ‘ver arkadaşım elindeki işi ben yapayım’ diyen güzel insanlar.. Herkes güler yüzlü ‘bugün git yarın gel’ yapan yok. ‘Hemen gel, hemen halledeyim’ diyen çalışkan insanlar var.
Kimse bencil değil.. Herkes karşısındakini düşünüyor, anlamayan empati yapıyor.
Saygı da sevgi de karşılıklı.. Bu yüzden herkes mutlu.
Kötü niyetli tek bir insan yok. Zaten özünde herkes iyi değil mi?
Adalet o biçim. Herkes son derece adil. Kimse kimsenin hakkına yan gözle bakmıyor.
Ben mi? Çok şükür hal böyle olunca çok iyiyim elbette.
İnsanlar o kadar iyi ki, kendime bakıp umarım onlara layık olabilirim diyorum.

Öylesi güzel her şey..

** Bu yazı da hep güzel şeyler duymak isteyen güzel insanlara gelsin. Bana pek yakışmadı ama olsun..  

6 Haziran 2016 Pazartesi

Cevapsız sorular.. (Meltem'e)

Yoğun istek üzerine geliyor bu yazım :) Aslında ısmarlama yazılar yazamam ama demek benimde gönlüm varmış ki gelen yorum üzerine ‘bu yorumla olacak iş değil, ben sana özel bir destan yazarım’ deyiverdim. Evet Meltem, senin yorumun üzerine yazıyorum bu yazıyı. Ama baştan uyarayım ahkam kesecek durumda değilim, hatta durumum bile yok. Sadece yazıyorum çünkü yapabildiğim tek şey bu. Şimdi yorumunu kibarca aktarmak gerekirse ‘neden insanlar itildikleri yere gider, neden üzüldükleri halde boyun eğerler?’ diye sormuştun. Bilir kişi değilim elbette ama yine de düşündüklerimi aktaracağım. Ve pek tabi ki tamamen kendimden, yaşadıklarımdan yola çıkacağım.

Bazen insan çok sever, öyle çok sever ki farklı bir boyuta geçer.
Bazen sevilen bu kadar sevilmeyi hak etmez.
Bazen seven kadar sevmez,
Bazen bu ilgi ve sevgiden kendini bulunmaz Hint kumaşı zanneder..
Bazen her şeyi hakkı gibi görür, seveni ezer de ezer..
Bu zannetmeler ve bazenler alır başını gider..
Bilmez ki sevenin sevgisi olmasa koca bir HİÇ’tir.
Bencilliğiyle hiçliğini kamufle ettiğini düşünür, bir yanılgıdan diğerine geçer..

Seven taraf bazen yalnızca sevmeye odaklanır, tüm olumsuzlukları kenara atar ve sadece sever. Bazen karşılaştığı ilgisizlik hırsa dönüşür, boşa kürek çektiğini bile bile mücadeleye girişir. Bazen kaybetme korkularından, kaybedersem yaşayamayacağım düşüncesinden ötürü tutunur da tutunur.. Belki de en çok korkuları yüzünden böylesi ezilir durur. Bir akıl tutulması olayıdır bu.

Ben seven taraf olduğum için ‘kendilerini canından çok sevenleri, öldüresiye üzenleri ASLA anlamayacağım’! Benim aklım bunu anlamaya yetecek gibi de değil.
Şimdi sen buna hırs mı dersin, akıl tutulması mı, zeka geriliği mi, aptallık mı ne dersen de..
Kimse verdiği değeri almıyor…
Ve niyeyse bu değeri gidip hak etmeyen birine veriyor. Şimdi neye göre hak, hukuk demeyin?
Gayet basit tanımıyla yazıyorum.
Şimdi şöyle diyenlerde olabilir ‘sen elmayı seviyorsun diye, elmanın da seni sevmesi şart mı?’ hayır elbette değil. Bahsettiğim şey şu, birini seversin sadece seversin. Karşılıklı eşit düzeyde başlayan ilişkide bir süre sonra ibre bir tarafa kaymaya başlar, işte böyle zamanlarda ibre hep daha fazla seveni gösterir. Başta seven taraf, bunu anlayınca seveni ezmeye başlar, kendine güveni gelir, burnu Kaf dağına ulaşır, başı göklerdedir artık.. Oysa bilmez ki yalnız sevildiği için güzel gelir sevdiğine yoksa hiçbir anlamı yoktur. Egosunun esiri olan bu kişilerin amacını bilemediğimden bu konuda maalesef bir şey yazamıyorum.

Neden, neden, neden? diye sormaktasın. Bende sormaktayım kendime. Aldığım belki de en net cevap ‘korkular’..
Kaybetme korkusundan, koca bir yanılgı yüzünden gidiyor insan itildiği yere..
İtildikçe kıymetli sanıyor, elde etmek istiyor amaçsızca..

Ne yapmalı, nasıl aklımdan çıkarmalıyım diyorsun? Bende sana, kelin ilacı olsa başına sürer diyorum.

Hadi bakalım şimdi sıra sende, cevaben yazacağın yazı belki de neler yapabileceğimizi bulmamıza yardımcı olur..

Sevgiler,


3 Haziran 2016 Cuma

Hayırdır nen var?




Dün gece oturdum yine kendimle konuşuyorum, dedim ‘hayırdır nen var?’
‘Yok bişey’ dedi.
‘Ya bırak bu işleri, anlat hadi nedir seni üzen?’ dedim..
Başladık konuşmaya..

- Ben hayatta en çok adalet istedim.
- Biliyorum..
- Olmadı ama.. ben istedikçe kimse adil olmadı. İşte öfkem hep bundan.. Bana hep ………. biliyorsun işte, ne anlatayım konuşturma beni..
- Ya anlat işte..
- Terazi dengesini bulmuyor, bulmadıkça öfkeleniyorum. Bana yapılan kimseye yapılmadı, hala da yapılmıyor. Benim günahım neydi?? Terazi çok dengesiz bir türlü dengeye gelmiyor.
Ben istiyorum ki eşitlik olsun. Bu kadar basit bir isteğim dahi anlaşılmıyor. Buna rağmen bir şey yapmıyorum ya, yaralanıyorum ya, üzülüyorum ya işte hep bundan.. Çok mu zor? Söylesene çok mu zor? Karşındakinin yerine kendini koymak çok mu zor? Ben olmak bu kadar mı zor? Sen kaldırırsın al sana, sen güçlüsün sana bir şey olmaz.. diye diye yapılanlara bak. Aksine çok kırılganım ben, çok üzülüyorum, nasıl yatarım, nasıl kalkarım kimseler bilmez. Durmadan düşünürüm, çözemem kafamdakileri, çözemedikçe hasta olurum… bak midem ağrıyor yine, kalp atışlarım nasıl da düzensiz farkında değil misin?
- Peki ne yapalım?
- Şuan bir şey yapamayız. Dua edelim.
……………………..
- Peki bişey diyicem..
- Sus
- Ama..
- Sus lütfen..
……………….
- Korkuyorum.
- Bende..


2 Haziran 2016 Perşembe

Feleğe takılan çelme, ARABESK!

Daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim.. Arabeski çok severim.
Zaten yaşam şeklimden, tepkilerimden, Deep’in tasviriyle atarlı giderli halimden de anlayacağınız üzere arabesk bir durumumda var.
Peşinen söyleyeyim müziğin her dalını seviyorum. Sanat müziği, klasik müzik, enstrümantal, pop, rock amaa arabeskin yeri bir başka.
Hadi tahammül edebilenler için fona bir de video ekleyeyim. Hem dinleyin, hem okuyun.. (Tabi isterseniz zorlama yok)





Peki nedir bu arabesk sevdam? Nereden gelir?

Ortaokul yıllarında tanıştım arabeskle. Ama öyle hafif dozla değil, direk damardan..
İbrahim Tatlıses’ten Kara Zindan, Müslüm Gürses’ten Yıkıla Yıkıla, Ferdi Tayfur’dan İçim Yanar falan dinliyorum. Müzik başlıyor benim gözler devriliyor, bakışlarda bir kayma, bi kendinden geçme durumları..
Tabi aile halkı perişan..
Bizim evde klasik müzik dinlenir, enstrümantal çalar hadi bilemedin sanat müziği..
Hal böyle olunca epey bir sorun yaşadım. Kaç kasetim heba oldu.. Yılmadım hemen gidip yenisini aldım. Son ses walkmanle dinliyorum sabahlara kadar..
Dinledikçe seviyorum, sevdikçe repertuvarımı genişletiyorum.
Bir yandan eleştiriliyorum, bir yandan dışlanıyorum.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da herkesten farklıydım. Ama umurumda değildi. Her sevdiğime yaptığım gibi buna da sahip çıktım.
Yıllarca müzik zevkim sorgulandı. Taa ki arabeskin babaları popüler gruplarla düetler, güncel şarkılardan coverlar yapana kadar..
Baktım bir zamanlar ‘ayyy bunu mu dinliyorsun’ diyenler gidip albüm almışlar..
Kasetleri parçalayan annem Müslüm Gürses dinler olmuş..
Kör ölmüş, badem gözlü olmuş..

Misal aşağıdaki şarkıyı ve diziyi bilmeyen neredeyse yok gibidir. Oysa bir zamanlar kendini jiletleyen varoş kitlenin müziğiydi arabesk…
Şimdilerde ise popüler kültürün zevkleri arasında yerini aldı..




Arap müziğini andıran, genellikle karamsarlığı konu eden müzik türü diye geçer sözlükte..
Arabeski elbette bu tanıma sığdıramam. Arabesk acının olduğu yerde başlar..
Yarası olanların, yarayı kanatarak hatırlatanların, unutmamaya çalışanların müziğidir.
Yaşamın kıyısında olup, dalgasını geçenlerindir..
Feleğe takılan çelmedir, isyandır, karşısında durmaktır.
Kimi derine iter, kimi isyan eder..
İsyanın getirisidir.
Ön yargısı olanlar hadi biraz sıyrılın, ritme kulak verin, sözleri şöyle bi dinleyin..
Kaybolun o sözlerde, göreceksiniz tepkinin dili elbet bir yürekte karşılık bulacaktır.

** Sonuna kadar katlanabilenler içinde bu şarkı gelsin...







1 Haziran 2016 Çarşamba

Yoruma ihtiyaç gerektiren bir konu!

Geçen gün kuzenim ve kızı bize geldi. Kızımız pek bir dertli.. Efendim annesi çok sıkıyormuş, çok soru soruyormuş, ona inanmıyormuş falan filan.

Güvenini sarsacak bir şey mi oldu dedim..
Kem küm..
Eee söyle bakim dedim.

İşte dışarıya çıkmışta, Ayşe’yleyim demişte aslında Fatma’ylaymış, annesi tasvip etmediği için yalan söylemek zorunda kalmış. Tesadüf bu ya annesi geçerken bunları görmüş tabi güven yerle bir.

Sence haksız mı dedim..
-  Ya aslında tamamen haksız değil ama bir şey yapmıyorduk.

- Peki bu kızla neden görüşmeni istemiyor?
- İşte kötü ortamlara giriyor..
- Sen??
- Bende gidiyorum zaman zaman ama ben bir şey yapmıyorum. Zaten çok sık görüşmüyoruz..

Hobaaaaa… en sevdiğim mevzular.

O halde sana bir soru dedim.. (Lütfen ona sorduğum soruyu sizlerde bir düşünün / Ona sorduğumdan geniş kapsamlı ele alın ama)

- Sigara içiyorsun ve bırakmak istiyorsun. Ama paketi yeni açmışsın ne yaparsın?
- Dursun, paketin ne zararı var.
- Madem bırakacaksın neden atmıyorsun o halde?
- ……….

Şimdi mantıklı olan hareket, o paketi büküp atmaktır.
O paketi yakınınızda bulundurmanız yada ‘ya bi köşede duruyor ben ilişmiyorum nasılsa’ demeniz saçma olmaz mı?
Madem bırakacaksın paketi kırıp atmaya neden kıyamaz insan??
Neden?
Çünkü iradeliyim ben, içmeyeceğim artık, durmasında da bir sakınca yok der.
Oysa yine iradeli olduğunu düşünerek başlamıştır bu merete..
Başlarken klasik laf şudur ‘ya ben iradeliyim, deniycem bir daha içmeyeceğim’
Aynı kandırmacayla başlar bu alışkanlığa..
Peki sonra ne olur?

1-      Paketi atmadığı için yeniden başlamaya zemin hazırlar.
2-      Paket zaman zaman gözüne ilişir.
3-      Paket elinin altında olmuş olur.
4-      Paket daha çok gözüne ilişir.
5-      Bir kereden bir şey olmaz bir tane keyif sigarası içeyim der.
6-      Sigaraya başlar.

Ne alakası var dercesine yüzüme bakıyordu..

Açık kapı bırakmak ne demek? Dedim.
-          Ya işte böyle geri dönme ihtimali olan şeyler için arayı bozmamak.
Aferin dedim.

Peki insan neden açık kapı bırakır? Çünkü kapıyı kapayarak dönme ihtimalini ortadan kaldırmak işine gelmez.

Şimdi sen o arkadaşınla ilişkini kestiğini söylüyorsun ama yakalandın ve yalanın ortaya çıktı.
Zaten bir şey yapmıyorum diyorsun ama ortamına girmekten geri durmuyorsun.
Peki amacın ne?
Madem ilişkini kesmeye karar verdin. Neden açık kapı bırakıyorsun?
Kem küm…

Benimde hassas olduğum bir konu olduğu için epey celallendim tabi.

Hayır ben anlamıyorum arkadaşlar insan bir şeye karar vermişse neden ilişiğini tamamen kesmez? Amaç nedir?

Tamamen kesilmeyen her diyalogun başlama ihtimali vardır.
Bu kişiye zarar verir, bu karşısındaki insana zarar verir, bu söylediklerine ters düşer, bu insanı tedirgin eder, bu huzursuzluk yaratır..

Konuşma nereye vardı derseniz..

- Ben zaten görüşmemeye kadar verdim.
- Eeee?
- Böyle çok arada görüşüyoruz sadece..

Kızım yaptığın hatayı bir oda gibi düşün. O odaya geçmen bir hataydı. Çıktım diyorsun ama kapıyı aralık bırakıyorsun. Kapıyı çeksene arkandan..
Bak cereyan yapıyo, ayazda kalıyoruz.. Haa ne gerek var?
Onca konuşmanın üzerine ‘Tamam’ dedi. O tamamın ne anlama geldiğini anlamadım elbette. Ama büyük ihtimal bildiğini okuyacak ve sorunları katlanarak artacak..

Şimdi hepinize sormak istiyorum, sizce bir insan bir şeye net bir karar verdiğini söylüyor ancak açık kapı da bırakıyorsa bu kişinin aklından ne geçiyordur? Amacı nedir?

Değerli yorumlarınızı paylaşırsanız çok sevinirim.